21 Temmuz 2016 Perşembe

Antik Dünyanın Altın Kenti: “Selçuk”

Antikçağın meşhur şehri Efes’i içinde barındıran Selçuk; küçük Asya eyaletinin görkemli başkenti, erken Hıristiyanlık döneminin en önemli dinsel merkezi, Meryem Ana’nın yaşamının son günlerini geçirdiği ve Aziz Pavlus’un defalarca ziyaret ettiği kutsal yer olarak her yıl yüz binlerce kişinin ziyaret ettiği bir ilçemiz. Antikçağın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağı’na da ev sahipliği yapan Selçuk, tüm bu özellikleriyle “tipik bir Anadolu kasabası” tanımlamasından sıyrılıyor.


Kentler uzun yıllarda kurulur, bir anda yok olur” der Seneca. Kurulması uzun yıllar alan ama bir anda yok olan kentler gibi, üzerinde fazla söz söyleneme yen, kendi kendine dile gelebilen kentler de vardır. İçinde barındırdığı değerlere bakmasını bilenler, kentin anlattığından yola çıkarak, birçok bilgiye sahip olabilirler. İzmir’in Selçuk ilçesi de işte bu tür yerlerden biri. Selçuk’u bu kadar ünlü yapan nedir sorusuna verilecek tek cevap var: Tarihi güzellikleri. Dünyanın yedi harikasından birini, Artemis Tapınağını da içinde bulunduran Efes Antik Şehri, Yedi Uyuyanlar Mağarası, Meryem Ana Kilisesi ve içinde şarap yapılan tek Türk köyü olma unvanına sahip Şirince Köyü ile Selçuk, “tipik bir Anadolu kasabası” olmanın çok ama çok ötesine geçen, namı dünyaca meşhur bir yer.


Selçuk’u bu kadar meşhur kılan en önemli etken Efes Antik Şehrine ev sahipliği yapmasıdır. Antik dünyanın altın kentidir Efes. Modern dünyadan hiçbir iz taşımayan bu kentin her köşesi, olanca güzelliğiyle kendini ziyaretçilerine sergilese de “gizemli ve keşfe değer” duygusu yaratır. Peki nedir Efes’i bu kadar gizemli kılan? Cilalı taş devrine dek dayanan tarihçesi mi, yoksa hem putperestler hem de Hıristiyanlarca kutsal sayılması mı? Veya dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağının bu kentte yaratılması mı? Her bir soruya verilen “evet” cevabıdır belki de Efes Antik Şehrini bu derece önemli kılan ve ününü bu ülkenin sınırlan dışına taşıyarak on binlerce kişinin ziyaret etmesini sağlayan. Şimdi tek tek bu nedenlere bakalım ve anlatmaya öncelikle Efes’i Efes Antik Şehri yapan tarihçesiyle başlayalım.


Modern dünyanın antik kenti: Efes


Hayli geniş bir alana yayılmış olan Efes, içinde yüzlerce tarihi değeri barındırır. İşte Efes’e gidildiğinde mutlaka görülmesi gereken yerler ve onların kuruluş öyküleri.


Büyük Tiyatro: Antik Efes’in görkemli yapıları yıllara meydan okurcasına dimdik ayakta dururken, bunların en muhteşemi 25 bin kişilik tiyatrodur. Kuzeybatısında iki lonik sütunlu Helenistik çeşmenin bulunduğu tiyatronun, ilk kez yine Helenistik dönemde yapıldığı kabul edilse bile, günümüze kadar ayakta kalan yapının imparator Ctadius zamanında inşasına yeniden başlandığı, imparator Trinus (98117) döneminde tamamlandığı bilinmektedir. Tiyatronun ön kısmında oldukça sağlam ve iri taşlardan yapılmış soyunma yerleri belirgin şekilde görünmekte ve hâlâ kullanılmaktadır. ilk dönemde üç katlı olan tiyatro, her biri yirmi ikişer basamaklı üç bölümden oluşur. Sahne binası 18 metre yüksekliğindedir. Sahnenin arka duvarları son derece süslü ve nişleri içinde heykellerin bulunduğu bir görünüm taşımaktadır. Akustiği muhteşem olan tiyatronun tribünleri, sahnenin rahat görülebilmesi için çok dik inşa edilmiştir.


Ticaret Agorası: Tiyatronun karşısında yer alan ticaret agorası giriş kapıları ve alanı çevreleyen sütunları ile dikkat çeker. Esas yapı Helenistik olmakla birlikte, bugün kalıntıları görülen agora, imparator Augustus döneminde yenilenmiştir.


Mermer Cadde: Efes antik kentinin güneydoğusunda bulunan Magnesia kapısından Koresos kapısına kadar uzanan 400 metrelik mermer cadde, MS 5.


yüzyılda yeniden yapıldı. Caddenin altından geçen kanalizasyon sistemi denize kadar uzanır. Mermer cadde ile Celsus Kitaplığı arasındaki açık alanda Auditorium bulunduğu ve burada konuşmalar yapılıp şiirler okunarak söylevler verildiği bilinir.


Celsus Kitaplığı: Agora’nın güney tarafında bulunan Celsus Kitaplığı, M.S 135 yıllarında Asya Konsülü Julius Celsus Halemaeanus adına oğlu Julius Agiula tarafından Romalı mimar Vitruoya’ya yaptırılır. Dıştan iki katlı, içten 15 metre yüksekliğinde tek bir salondan oluşup salonu çevreleyen üç katlı galerilerde, duvara serpiştirilmiş pencerelerden ışık süzülür; arka duvardaki bir kapıdan ise Celsus’un mezarına geçilir. Kazılar sırasında Celsus’un burada bulunan heykeli halen İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir. Ön cephe kolonları arasında bulunan dört kadın heykeli “Akıl, Kader, İlim ve Erdem” öğelerini sembolize eder. Bu heykellerin orijinalleri ise bugün Viyana Müzesi’nde bulunur. Döneminde dünyanın sayılı bilim adamı ve düşünürünün yetişmesine aracı olan Celsus parşömen ruloların nemden etkilenmemesi için iki tarafı tuğladan örülmüş kapalı raflarda korundukları belirlenmiştir.


Aşk Evi: Mermer Cadde’nin Kuretler Caddesi ile kesiştiği noktada bulunur. Yol üzerinde kazılmış sol ayak ve bir kadın başı görülür. Bu iki görüntü dünyanın ilk reklam panosu olarak değerlendirilmekte ve az ileride kadın bulunabileceğini haber vermektedir.


Yamaç Evler; Celsus Kitaplığı’ndan Kuretler Caddesi’ne dönüşte sağ tarafta Bülbül Dağı’nın yamaçlarında kentli zenginlerin ikamet ettikleri evlerdir. Yakın zamanda restore edilerek orijinallerine daha yakın hale getirilmiştir. Evler geniş merdivenlerle caddeye dikey olarak açılmakta, duvarlarında fresk mozaiklerle süslü kaplamalar bulunmaktadır. Efes’te bunların dışında son derece büyük arkeolojik öneme sahip Skolastika Hamamı, Hadriyan Hamamı, Domitian Tapınağı, Tirainan Çeşmesi, Devlet Agorası, Belediye Sarayı, Odeon, Stadyum, Akropol, Bizans hamamları, Çifte Kiliseler, Liman hamamları, Arkadiana bulunmaktadır.


St. Jean Bazilikası: Bizans imparatoru Justinyen’in MS 6. yüzyılda Hz. İsa’nın havarilerinden St. Jean adına yaptırdığı Ayasuluk Tepesi’ndeki bazilikaya batıdan girilir ve planı bir haçı andırır. St. Jean’ın mezarı da burada bulunur.


Nasıl ki bir kitap, satır satır, sayfa sayfa belli bir dünyayı anlatıyorsa, bazı kentler de taşı toprağı, barındırdığı tarihi ve/veya doğal güzellikleriyle kendisine bakana cok şey ifade eder. Tarihçesi MÖ 6000’li yıllara, diğer bir ifadeyle cilalı taş devrine kadar dayanan Efes de bu yerleşim birimleri arasında bulunur ve antik dünyanın en önemli merkezlerinden biri olarak değerlendirilir.

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Kabina Siğmayan Şehir “Berlin”

Duvarın yıkılışının 20. yılında dev bir sanat, eğlence ve alışveriş kentine dönüşen Berlin, bu ay baştan aşağı ışıklarla yıkanarak yeniden doğuşunu kutlayacak.


İşte Berlin’i görmeniz için 5 sebep:


Reichstag’dan Alexanderplatz’a


Yeni parlamento binası Reichstag’dan başlayıp Brandenburg Kapısı’ndan geçerek Alexanderplatz’daki Televizyon Kulesi’ne uzanan yürüyüş güzergâhı kentle tanışmak için ideal. Avrupa’nın en geniş bulvarlarından Unter den Linden boyunca uzanan yol, elçilik binalarıyla başlıyor. Eski Saray, Opera Binası ve Berlin Katedrali’ni kapsıyor.


Berlin Duvar’ını Ziyaret Edin


Kentin ortasından akan Spree Nehri’nin kuzey yakası boyunca uzanan East Side Gallery, Berlin Duvan’nın en iyi korunmuş kalıntısı. Yaklaşık 1,2 kilometrelik duvardan oluşan bu açık hava müzesini, dünyanın dört bir yanından gelen sanatçıların duvar üzerine yaptığı


Alişveriş Cenneti


Berlin, 20 binden fazla dükkân, butik ve lüks mağazasıyla gerçek bir alışveriş cenneti. Ayrıca, kentin farklı bölgelerinde 30’dan fazla pazar ve bitpazarı kuruluyor. Berlin’in Champs-Elysees’si Kurfürstendamm (Ku’damm)’ın yanı sıra, kentin seçkin moda evlerini ve ünlü şarküterilerini, bulvarın yan sokaklarında bulabilirsiniz.


İlk Evrensel Müze Açiliyor


UNESCO Dünya Mirası beş eski müzeden oluşan Museumsinsel (Müzeler AdasıJ’ndaki Bergama Müzesi’ne (Pergamon Museum) uğrayın. Neues Museum ise dünyanın ilk evrensel müzesi anlayışıyla 15 Ekim’de açılacak.


Berlin Işik Festivali


Berlin, 14 Ekim’den itibaren tam 12 gün boyunca ışıl ışıl parlayacak. Şehrin tüm önemli tarihi ve modern yapılarını, sokak ve bulvarlarını büyüleyici renklere boyayacak olan Işıklar Festivali (Festival of Lights)’nde farklı ışık teknikleri kullanılacak. Festival boyunca,‘light liner’ denilen servis otobüsleri festival katılımcılarına ‘ışık manzaraları turu’ attıracak.

14 Mayıs 2016 Cumartesi

Keşfedilmeyi Bekleyen Bir Yer “Langkawi”

Langkawi Adası, 10 milyon yaşındaki yağmur ormanları ile 8,000 yaşındaki mercan kayalıkları arasında yer alan, egzotik florası ve nadide yaban hayatı ile beş yıldızlı tatil ortamının entegre edebilmiş olduğu nadir yerlerden birisi.


Malezya‘nın en iyi bilinen tatil beldesi olan Langkawi, turkuaz sakin bir denizi, beyaz kumlu kumsalları, ormanlarla kaplı tepeleri, pirinç tarlaları, bozulmamış doğası ve vergisiz alışveriş fırsatı ile tam bir tatil rüyası.


Malezya’nın Kedah eyaletine bağlı olan ada, Malezya Yarımadası kuzey batı ucunda, kıyıdan 30 km açıkta, Andaman Denizi’nde yer alıyor. Hindistan cevizi ağaçları gölgesinde, tropik iklimin ve denizin kusursuz keyfinin kaygısızca çıkarılabileceği Langkawi Adaları 99 adadan oluşuyor. Langkawi Adası ise, bu adalar topluluğunun en büyüğünü oluşturuyor.


UNESCO tarafından korunan mangrov orman alanları ile doğa tüm güzelliğini sunarken, biri birinden güzel plajlarıyla da tatilcileri davet ediyor.


Pulau Langkawi, 1986 yılında gümrüksüz serbest bölge olarak ilan edilmiş. 478,5 km² yüz ölçümündeki adada 65.000 kişi yaşıyor. Küçük köyleri, pirinç tarlaları, mandaları ve doğal güzellikleri ile kırsal alanları, tam bir Malay adası görünümünde.


Langkawi Gezilecek Yerler


Underwater World, renkli deniz altı yaşamı meraklılarının ilgisini çekecektir. Dünyanın bu en büyük halka açık akvaryumunda (38 Ringit, 22TL; çocuklar 28RM,16TL), leopar köpekbalığı, dinazor balığı, penguenler, mercanlar, vatoz balıkları, deniz kaplumbağaları ve diğer egzotik deniz canlıları görülebilir. Türkiye’de görülemeyecek zenginlikte akvaryumun çıkışında da orta ölçekte bir shop bulunuyor.


The Crocodile Farm (Timsah çiftliği) timsahların nasıl yetiştirildiği öğrenilebilir.


The Snake Sanctuary (Yılan çiftliği), Malezya ve dünyanın farklı yerlerinden çok çeşitli yılan türleri görülebilir.


The Cable Car Ride (teleferik), yağmur ormanları arasında, 42 derecelik eğimle dünyanın en dik teleferik gezisini sunuyor. Langkawi Adaları’nın çarpıcı panoramik manzarasına şahit olmak için ideal. Teleferik, Mount Mat Chinchang üzerinde L şeklinde bir rota izleyerek Oriental Village’da bitiyor. Burası, başkent Kuah şehrine arabayla 30 dakika uzaklıkta yer alıyor.


Oriental Village, 50’den fazla mağazasıyla, turistik el sanatları ve hediyelik eşyaların alınabileceği bir köy olarak tasarlanmış. Aynı zamanda Malay mufağının seçkin lezzetleri de burada tadılabilir.


Langkawi Sky Bridge, Mat Chinchang Dağı’nın, deniz seviyesinden 700m yüksekliğinde bir sırta kurulmuş. Langkawi Cable Car vasıtasıyla ulaşılabilen Andaman Denizi’ne doğru inanılmaz manzara sunan köprünün 125 metrelik bölümü yaya yürünebiliyor.


Pregnant Lady Lake, Tasik Dayang Bunting olarak bilinir ve Kuah şehrinin güneyinde yer alıyor. Tepeler arasında yer alan bu muhteşem derin göl, Pulau Dayang Bunting tepeleri arasında yer alıyor. Yerel efsaneye göre, gölün suyu şifalı; çocuğu olamayan kızların bu suda yüzdüğünde çocuk sahibi olabileceklerine inanılıyor.


Langkawi Alışveriş


Langkawi bir duty-free alışveriş cenneti. Adada çok sayıda el sanatları ürünleri satan mağazalar bulunuyor. Bir tür kumaş boyama sanatı olan batik, ahşap el oyması ürünleri, seramik ürünleri, inci alınabilir.


Langkawi alışveriş merkezlerinin çoğunluğu, başkent Kuah yakınlarında yer alıyor. Jetty Point Shopping Complex ve The Saga Shopping Centre kozmetik, saat, giyim, aksesuar, sigara, likör ve daha fazlası için uygun bir alışveriş merkezleri.


Langkawi Gece Hayatı


Gündüz için sunduğu seçeneklere kıyasla Langkawi gece hayatı çok hareketli sayılmaz. Bistrolar, publar, bar, kafe, restoran ve gece kulüpleri Pantai Cenang, Pantai Tengah ve Pantai Kok çevresine deniz kıyısında sıralanmış olduğundan, keyifli geçen günün ardından romantik ve sakin bir akşam geçirme fırsatı sunuyor. Bazılarında canlı müzik sunumları yapılıyor.


The Oriental Village ve Telaga Harbour Park ise diğer popüler gece hayatının bulunabileceği yerler arasında yer alıyor.


Langkawi Konaklama


Langkawi’de temiz, ucuz otellerden, ödüllü 5 yıldızlı tatil köylerine kadar, her türlü zevke ve bütçeye uygun konaklama fırsatları sunuyor. Langkawi turu için erken rezervasyon otelleri ayarlanarak konaklama maliyetlerini azaltabilir.


Sheraton Langkawi Beach ResortPantai Cenang bölgesinde lüks konaklama düşünenler Casa Del Mar, Meritus Pelangi Beach Resort & Spa otellerini tercih edebilirler. Pantai Kok bölgesinde ise Sheraton Langkawi Beach Resort, Tanjung Sanctuary Langkawi veya Berjaya Langkawi Resort tavsiye edilir.


Cenang Beach bölgesinde sırt çantalılar için uygun dorm oda yatak fiyatları 5$’dan başlıyor. Oda fiyatları ise 10$ civarında. Gecko Guest House, Shirin Guesthouse ve Melati Tanjung Motel tercih edilebilir.


Langkawi Hava Durumu


Ekvator çizgisine yakın olan Langkawi’de tropikal iklim bulunuyor. Kuru sezon ve yağışlı sezon olmak üzere 2 mevsim egemen. Hava sıcaklığı en yüksek 33, en düşük ise 24 derece arasında seyrediyor.


Nisan-Ekim arası ise yağışlı sezon, sıcaklık 30 dereceler civarında seyreder. En çok yağış ise Ağustos ve Eylül arası görülüyor. Bu dönem hava sıcaklığı 24 derece civarında seyrediyor. Kasım-Mart ayları arasında takımadalar boyunca serin esinti var.


Langkawi her mevsim tatil yapmaya elverişli bir iklime sahip, ancak tatil için en uygun zaman Kasım-Haziran ayları arası.


Langkawi’ye Nasıl Gidilir


Andaman Denizi’nin muhteşem güzelliklerinden birisi olan Langkawi Adası’na feribotla Georgetown, Kuala Perlis, Kuala Kedah ve Satun (Tayland) yoluyla ulaşılabiliyor. Ben Satun üzerinden Langkawi’ye geçtim.


Kuala Kedah ve Kuala Perlis ile Langkawi arasında ekspres feribot (25 Ringit, 15TL) çalışıyor. Kuala Kedah- Langkawi arası feribot ile 1 saat 15 dakika, Kuala Perlis’ten ise 45’dakika sürüyor.


Georgetown, Kuala Lumpur ve Singapur vasıtasıyla gelecekler havayolunu kullanabilir. Malaysia Airlines, Kuala Lumpur-Langkawi arası her gün, Air Asia ise haftada 5 gün uçuyor.


Kuala Lumpur’dan karayolu ile Langkawi’ye ulaşılabilir. Havalimanında araba kiralayıp ada kolaylıkla gezilebilir. Malezya mükemmel karayoluna ve kurallara uyan sürücülere sahip. Trafik soldan akıyor.

12 Mayıs 2016 Perşembe

Tarih Safarisinde “Persepolis” Turu

Günümüzde gerek siyasi gerekse coğrafi olarak doğru veya dolaylı olarak bir çok çıkar çatışmasının yaşandığı bölgede yer alan İran’ın geçmişindeki tarihinden günümüze gelen meşhur tarihi ne yazık ki her ne kadar kendi içerisinde bir savaş yükümlülüğü veya bir kriz olmamasına karşı etrafındaki ülkelerin yaşadığı olağanüstü hal durumlarından dolayı turistlerin neredeyse hiç ziyaret etmemektedir. Bu yazımda sizlere Persepolisi bir gezici gözlemiyle aktararak tarihi yer hakkında bilgi vermeyi amaçlıyorum. Umut ediyoruz ve diliyoruz ki bir an önce bu kaos ortamı kısa süre içerisinde o bölgeden kalkar ve sular durulur. Böylece biz gezginler için yeniden keşiflerin yolu açılır.


İran tarihinin en görkemli dönemi hiç kuşkusuz M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış olan ünlü Pers Kralı Darius dönemidir. Batı Anadolu’dan Hindistan’a, Ön Asya’da geniş ve görkemli bir imparatorluk kurmuş olan kral Darius, birçok küçük krallıkları kendisine bağlamış, bu özelliğinden dolayı da Krallar Kralı unvanını alarak yedi düvele nam salmış. Böylesine bir görkem ve kudrete sahip bir kral olur da onun gücü ve görkemini simgeleyen büyük bir taht ya da sarayı olmaz mı? Olur elbet. Nitekim Pers Kralı Darius gücünün doruğundayken başkent Persepolis’te bugün İranlılar’ın “Taht-ı Cemşid” adını verdikleri büyük bir taht ve şanına yakışır bir saray yaptırmıştır.


İran’ın tarihi dokusuna biraz olsun tanıklık etmek gerekiyorsa yolu bu ülkeye düşenlerin ilk görmesi gereken tarihi kalıntılardan biri, hatta birincisi hiç kuşkusuz Persepolis’teki antik kalıntılarıdır. Kavurucu yaz sıcaklarında bu ülkeye gidenler bile sabahın ilk saatleri veya akşam serinliğinde ülkenin Şii merkezi sayılan Şiraz kentinden bir arabaya binip 55 kilometre kuzeye giderek antik çağdaki bu görkemli sarayın kalıntılarıyla hasret gidermelidir. Geniş Şiraz Ovası’na hâkim bir tepeye sırtını dayamış olan Persepolis’i ziyaret edenler sadece Pers kültürü ve kral Darius hakkında bilgilenmeyecek, sarayın görkemli sütunları arasında dolaşırken Makedonyalı Büyük İskender ve onun görkemli ordusunun da bıraktığı derin ve yıkıcı izleri de yakından göreceklerdir.


Darius’un Etkileyici Şehri “Persepolis”


Pers İmparatorluğu’nun başkenti olan Persepolis, M.Ö. 6. yüzyıl sonlarına doğru Pers Kralı I. Darius (Dara) tarafından kurulmuş. Bu antik kent içindeki en görkemli yapı ise tabii ki kralın sarayı olmuş. Saray taşıma toprakla yapılan, tepesi 473 metre uzunlukta, 86 metre genişlikte ve 13 metre yüksekliği olan yapay bir tepe üzerine inşa edilmiş. Sarayın bulunduğu bu taraçaya iki geniş merdivenle çıkılıyor. Merdivenlerin yan duvarları kral Darius’un rakiplerine gözdağı vermek ve gücünü göstermek için yaptırdığı devasa büyüklükteki  kabartma heykellerle doldurulmuş.


Darius’tan sonra tahta çıkan diğer Pers imparatorları da bu sarayı kendilerine mekân olarak seçmiş ve her defasında biraz daha büyütüp genişletmiş. Taht salonunda, her biri 20 metre yükseklikte olan ve üzerinde 2 metre yükseklikte başlıkları olan 100 sütundan şimdilerde sadece birkaç tanesi ayakta kalabilmiş. Sütun başlıklarının çoğu insan, boğa ve at başı şeklinde yapılmış. Sarayın iki büyük sütunla tutturulan kapısının yüksekliği 11 metreyi buluyor. Kapıdaki sütunların önünde, yüzleri insan şeklinde olan iki boğa heykeli yer alıyor.


Darius’un, Mısır’ın güneyindeki granit ocaklarından (obilisk taşı) getirilen blok taşlarla yapılmış “Apadama” denilen tören salonu tamı tamına 10.000 kişi alıyormuş. Bu kadar büyük bir kapalı salon günümüzde de dahil olmak üzere başka hiçbir sarayda bulunmuyor. Hazine sarayının geniş avlusuna açılan dört büyük ahşap kapısından bazıları yok olmak üzereyken renkli ve süslü alçılarla kaplanmış. Sarayın kalıntıları üzerinde dolaşırken özellikle geçiş bölümlerinde sıra sıra dizilmiş heykel kalıntıları bozulmadan günümüze kadar gelebilmiş. Bu büyük sütun kaideler üzerinde, Perslerin sosyal yaşamını ve inançlarını yansıtan çok sayıda heykel bulunuyor. Bunlar iyilik sembolü olan yarı insan bir savaşçıyla kötülük sembolü olan bir canavarın mücadelesini anlatıyor. Bu mücadeleden her defasında zaferle çıkan ise tabii ki iyilik sembolü olan Darius oluyor.


Taht-ı Cemşid ve Nakş-ı Rüstem


Persepolis’in yakınındaki kayalık dağın yamaçlarında birbirinden 8-10 kilometre uzaklıkta, kayalar oyularak yapılan ve saray görünümlü iki kaya mezarı bulunuyor. Bizim Batı Anadolu’daki Frigya döneminden kalma  yamaçlardaki büyük kayaların oyularak yapıldığı kral mezarlıklarına benzeyen bu mezarlar “Taht-ı Cemşid” ve “Nakş-ı Rüstem” olarak anılıyor. Bunlardan ilki Darius’a ait.


Eee ne oldum demek kadar ne olacağım da demek gerekiyor. Görkemli tahtlar, saraylar yaptırsanız da gün gelir devran döner birileri o sarayı altınızdan çekiverir. Tarih sayfaları bu hikâyeleri yazmakla bitiremiyor. Nitekim M.Ö. 331’de Büyük İskender Anadolu’dan başlayıp büyük doğu seferine çıktığında Orta Asya’yı da aşarak Hindistan’a kadar geçtiği tüm toprakları titretirken bu hışımdan en fazla nasibini alanlardan biri de Persler ve Darius olmuş. Büyük İskender’in sayıca daha az olmasına rağmen dahiyane bir taktikle Pers ordusunu birkaç saat içinde bozguna uğratıp, Darius’u ortadan kaldırmasıyla birlikte saraya girdiğinde büyük bir şok yaşadığı söylenir.


Gözünün gördüklerinin o güne dek hayal ettikleriyle dahi boy ölçüşemeyecek kadar güzel olduğunu fark ettiğinde, tedirgin olmaya başladı. Burnuna gelen kokuların, dokunduğu çiçeklerin, eğilip pınarlardan içtiği şarapların, ağaçların altında sere serpe yatan hurilerin ve gözünün gördüğü ne varsa hepsinin ilahi bir mükemmellikte olduğunu görünce “Cennet artık benim oldu” dediği söylene gelir. Ne var ki Hint Seferi’nden dönerken Persli bir kadınla ateşli geceler yaşadıktan sonra başına gelen zehirlenme faciasından sonra askerlerine biraz kıskançlıktan dolayı tarihteki bu en görkemli sarayı yağmalattığı ve sonunda da yakıp yıktırdığı biliniyor. Bu yağmalamanın asıl nedeninin Perslerin, İskender’inkilerden daha güzel bir kenti olmasından kaynaklandığını söyleyen tarihçilerin sayısı da hayli fazla.


Persepolis’in yakın tarihteki siyasi çalkantıyla bağlantısına gelince: Ekim 1971’de, Pers Kraliyeti’nin kuruluşunun 2500. yıldönümü kutlamaları sırasında kendini adeta Krallar Kralı Darius ilan eden Şah Rıza Pehlevi’nin tüm dünyada büyük yankı uyandıran görkemli kutlamaları ve tüm ülkelerden davet edilen kral, devlet başkanları, prens ve prensesler ile dünya jet sosyetesine yapılan 100 milyon dolar bütçeli ikramların İran halkının üzerinde büyük bir tepkiye neden olduğu, bu durumun Pehlevi ve İran rejiminin değişikliği üzerinde ilk kıvılcımı başlattığı hâlâ söylenip durur.


Mollalar iktidara geldiklerinde Persepolis büyük bir sessizliğe gömülmüş, hatta bazı sütunların yüzleri bizzat tahrip edilmiş, gezilmesi yasaklanarak askeri bölge ilan edilmiş. Ancak son yıllarda turizmin önemini yeni yeni anlamaya başlayan İran yönetimi UNESCO ile işbirliği yapmaya razı olarak bir dizi ortak projeyle Persepolis’in korunması ve restorasyonu için çalışmalara başlamış.  İran Hava Yolları’nın logosunda Persepolis’te bulunan heykellere yer verilmiş. Yine de en önemli sorun ulaşım sorunu. Şah döneminde Şiraz’dan Persepolis’e direkt otobüs kaldırılırmış. Bugün ise turistler zorlukla ve kendi olanaklarıyla ancak bu antik kente ulaşabiliyor.


 


 

8 Mayıs 2016 Pazar

Ünlü Kâhin Nostradamus’un Hayatı ve Ekstralar

D’Artagnan


Charles de Batz veya de Montesqniou, kont d’Artugnun. Fransa kralının, maiyet atlıları subayıdır. 1611’de Audi (Fransa) yakınlarında doğdu, l(173’te Maastricht’te (Hollanda) öldü.


  1. Dumas’nın yazdığı “Üç Silâhşörler” romanının kahramanı. Athos, Porthos, Aramls: Bu üç takma ad Fransa kralı XIII. Louls’nin birbirinden ay-nlmaz üç yiğit sIlAhşoruna aittir. Taşradan henüz gelmiş Gaskonya’lı genç ve yiğit bir soylu olan D’Artagnan’ın da bu üç ahbap çavuşların gürültücü ve sevimli grubuna katılmasıyla sayıları üçten dörde çıkan korkusuz şövalyeler bundan böyle maceradan maceraya atılacak, kardinal Richelleu’nün muhafızlarına karşı savaşacak, mutsuz ve tehdit altında yaşayan kraliçenin yardımına koşacaklardı… Fransız yazarı Alexandre Dumas’ın Üç Silâhşorlar adlı romanı pek tanınmış bir eserdir. Ne var kİ senyör D’Artagnan’ın gerçekten yaşadığını ve kralın maiyet atlılarına komutanlık ettiğini çok kimse bilmez. Yiğit ve dürüst bir asker olan D’Artagnan, Maastricht kuşatması sırasında yapılan bir çarpışmada kahramanca dövüşürken ölmüştür.

Savinien de Cyrano de Bergerac


Fransız yazarı Bergerac, 1619’da, Paris’te doğdu, 1655’te aynı yerde öldü. Fransız yazarı Edmond Rostand, kahramanı Cyrano olan Cyrano de Bergerac adlı bir piyes yazdı.


Küçük soylular sınıfından olan Cyrano de Bergerac önce orduya girmişti. Fakat aldığı ağır bir yara yüzünden askerlikten ayrılmak zorunda kaldı. Bundan sonra Cyrano de Bergerac, tiyatro eserleri, mektuplar ve romanlar yazmaya başladı. 1657’de kaleme aldığı Histoire Comique des Etats et Empires de la Lune (Ay’daki Devletlerin ve İmparatorlukların Gülünç Tarihi) ile 1662’de yazdığı Histoire Comique des Etats et Empires du Soleil (Güneş’teki Devletlerin ve İmparatorlukların Gülünç Tarihi) adlı iki romanı çok ilgi topladı. Cyrano, Edmond Rostand’ın 1897’de yazdığı beş perdelik piyesle ölümsüzleşmiştir. Rostand, eserinde gerçeklerden biraz uzaklaşarak onu koca burunlu gülünç bir kişi olarak tanımlamışsa da. Cyrano’nun kılıç kullanmadaki ustalığının yanı sıra, parlak ve ince zekâsını da kahramanına olduğu gibi mal etmiştir.


Michel de Nostre-Dame veya Nostradamus


Fransız müneccimi. 1503’te Saint-Rémy-de-Provence’da (Fransa) doğdu, 1556’da Saloa’da ölmüştür. Kehanetleri saf kimselerin daima ilgisini çekmiştir.


Doktor Nostradamus korkunç bir salgın sırasında vebalı insanları tedavi ederek bu-,yük bir cesaret örneği göstermiştir. Bununla beraber önünü bu fedakârlığına değil de dörtlükler hâlinde yazıp 1555’de Centuries Astrologiques (Müneccimlikle İlgili Yüzlükler) adı altında yayımladığı kehanetlerine borçludur. Boş inanları olan Fransa kraliçesi Catherine de Medicis, Nostradamus’u kendi müneccimi yapmıştı. Ünlü müneccim, daha XVI. Yüzyılda XX. Yüzyılı aşan kehanetlerde bulunmuştur. Çok kurnaz bir kimse olan Nostradamuş kehanetlerini, anlaşılması son derece güç bir falcı diliyle yazdığı için müneccimin dörtlüklerini çözmeye çalışanlar bunları kendilerine göre yorumlamışlardır. Bu yüzden bu konuyla ilgilenen kimseler, dörtlüklerin anlamı ve ifade etmek istediği şeyler üzerinde tam olarak görüş birliğine varamamışlardır


 


 

1 Mayıs 2016 Pazar

İstanbul’un Bir Kanadı “Anadoluhisarı”

Tarihi İstanbul’un görülmesi gerekli olduğunu düşündüğüm ve engine bir tarihe sahip olan Anadolu hisarı hakkında derin bilgileri özetleyerek sizlere sunduğum bu yazımı umarım beğenirsiniz.

İstanbul Boğazı ile Göksu (Aretas) Deresi’nin Boğaz’a karıştığı yedi dönümlük, denize doğru uzanan alanda bulunan bu kale çevreye ismini vermiştir. Anadoluhisarı, ileri bir karakol olarak Yıldırım Beyazıt tarafından 1395 yılında yaptırılmıştır. Kalenin bulunduğu alanda yapılan araştırmalarda daha eskiye yönelik kalıntılara rastlanmamıştır.

Yıldırım Beyazıt’ın bu kaleyi yaptırmasındaki amaç Boğaz geçişlerini kontrol altına almak ve Göksu Vadisi’ne girişi de önlemek idi. Nişancı Mehmet Paşa tarihinde Güzelcehisar olarak ismi geçen bu kaleye Gözlücehisar ismi de yakıştırılmıştır. Nişancı Mehmet Paşa tarihinde kalenin yapım tarihi 1394–1395 olarak belirtilmiştir. Fatih Sultan Mehmet dönemi tarihçilerinden Tursun Bey buradan Yenihisar veya Yenicehisar olarak söz etmiştir. Hoca Sadettin Efendi de buraya Akçahisar olarak değinmiştir. Aşıkpaşazâde tarihinde bu kalenin yapılışı ile ilgili bilgiler bulunmaktadır:

“Yıldırım Beyazıt, Kocaeli’nden geçerek, İstanbul’a doğru geldi (1390–91) ve Şile Kalesini alan Yahşi Bey’i gönderdi. Sultan Boğazkesen üzerinde Güzelce Hisar adlı bir şato yaptırdı.”

Yıldırım Beyazıt ile Timur arasında 1402’de yapılan Ankara Savaşı’ndan sonra kale Osmanlı yönetiminde kalmıştır. Bu dönemde Osmanlı Beyliği dağılma aşamasına geldiğinden Süleyman Çelebi Bizans’ın desteğini sağlamak amacı ile İstanbul’a yakın olan Kartal, Pendik gibi yerler Bizans’a geri verilmiş, ancak kalenin bu dönemdeki durumu bilinmemektedir. Bazı kaynaklarda Süleyman Çelebi’nin bir süre burada kaldığı da belirtilmektedir.

Fatih Sultan Mehmet Rumelihisarı’nı yaptırırken Anadoluhisarı’nın çevresini de bir Hisarpeçe ile çevirmiştir. Bu duvarın arkasına yerleştirilen toplar ile de Boğaz’dan geçen gemilere gerektiğinde ateş açılması sağlanmıştır.

İstanbul’un fethinden sonra bu kalenin işlevi bitmiş ve bir süre suçlu Yeniçeriler için hapishane olarak kullanılmıştır. XVII.-XVIII. yüzyıllarda bir süre Boğaz’a yönelik kazak akınlarının önlenmesinde kullanılmış, daha sonra Boğaz girişindeki kale ve istihkâmların yapılması ile de önemini yitirmiştir.

XVI. yüzyılda hisar ve çevresinde görevli askerlerin ve ailelerin yerleşmesi ile burası küçük bir mahalle konumuna gelmiştir. Fatih Sultan Mehmet döneminde hisarın önüne küçük bir mescit yapılmış ve burası Anadoluhisarı Mescidi Mahallesi ismi ile eski kayıtlara geçmiştir.

Evliya Çelebi burada 1080 ev, 7 mektep, 20 dükkân, namazgâh ve mescitten oluşan bir mahalle olduğunu ve Üsküdar Subaşılığı’nın kontrolünde bulunduğunu yazmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sonlarına doğru hisarın etrafı yalı ve saraylarla doldurulmuştur.

Anadoluhisarı Osmanlı mimarisinde kale mimarisine göre yapılmıştır. İlk yapımında kare planlı bir kule ve bunu çevreleyen duvarlardan meydana gelmiştir. O dönemde kalenin bulunduğu yer kayalık bir burun olduğundan denizin sur duvarlarına kadar geldiği sanılmaktadır. Göksu Deresi’nin getirdiği alüvyonlar daha sonra arazi konumunu değiştirmiş, kalenin duvarlarının çevresi dolmuş ve kale iç kısımda kalmıştır.

Anadoluhisarı dört ayrı bölümden meydana gelmiştir. Bunlar Asıl Kale (İç Kale), İç Kale duvarı, Dış Kale duvarı ve Dış Kale duvarındaki kulelerdir. Asıl Kale bazı yerlerde toprakla düzleştirilerek kayalık üzerine oturtulmuştur. Kare planlı ve oldukça yüksek bir yapıya sahiptir. Duvarların üzerindeki kirişlere ait çukurlardan kalenin üç katlı bir şato görünümünde olduğu anlaşılmaktadır. Üst örtüsünün ne şekilde olduğu tam olarak anlaşılamamıştır. Melling’in gravürleri ile Pertusier Atlası’nda kurşun örtülü sivri külahlı olduğu görülmektedir. İstanbul’a 1830 yılında gelen Thomas Allom’un gravürlerinde ise hisar çatısız olarak görülmektedir. Bu da gösteriyor ki, kalenin külahı 1830 yılından önce yıkılmıştır.

Kalenin taş blok ve tuğlalardan oluşmuş duvar kalınlığı 2–3 m. arasında değişmektedir. Buraya yapılacak muhtemel bir saldırının kuzeyden gelme olasılığı göz önünde bulundurularak bu yöndeki duvarlar daha kalın tutulmuştur. Giriş İç Kale duvarından birinci kata atılan asma bir köprü ile sağlanmıştır. Ayrıca batı duvarlarına oyulan taş merdivenlerle zemine, ahşap merdivenlerle de üst katlara geçiş sağlanmıştır. Sonraki yıllarda bu giriş değiştirilmiş, kalenin güney-batı duvarlarına yeni bir kapı açılmıştır. Kalenin üst katında mazgallar ve istihkâm siperleri bulunmaktadır. Sur duvarlarını içeriden 1,5 m. genişliğinde bir yol çepeçevre dolaşmaktadır. İç Kale duvarları 2–3 m. kalınlığında olup, kuzey-batı ve kuzey-doğu köşelerinden Asıl Kale’ye bağlanmaktadır. Ayrıca mazgallı duvarların köşelerine de dörder nöbetçi kulesi yerleştirilmiştir.

İç Kale’den sonra yapılmış olan Dış Kale duvarları tamamen kesme ve moloz taştan yapılmıştır. Duvar örgü sistemini büyük taş dizilerinin aralarına dizilen küçük taşlar oluşturmuştur. İç Kale duvarlarına göre daha ince olan Dış Kale duvarları İç Kale’ye güney-doğu ve kuzey-doğu köşelerinden bağlanmıştır. Mazgallı korkuluklarla sonuçlanan Dış Kale duvarlarının üç köşesine de silindirik, yarım yuvarlak ve at nalı biçiminde üç kule yerleştirilmiştir.

Dış Kale duvarlarında bulunan kuleler kendi aralarında at nalı, yarım yuvarlak ve silindirik olmak üzere üç tanedir. At nalı şeklindeki kulelerin çapı 4.75 m. olup, kalınlığı 2 m. dir. Büyük olasılıkla denizi kontrol altında tuttuğundan ötürü de bu duvarlara mazgallar yerleştirilmiştir. Buna benzer olan yarım yuvarlak kule 7,5 m. çapında olup, ahşap kirişlerle dört kata ayrılmıştır. Ahşap merdivenlerin birbirine bağladığı katlarda mazgal delikleri, iç kısımlarda ise dikdörtgen ve yarım daire şeklinde kapı ve pencere izleri görülmektedir. Bu kulelerin eteklerinde taş tuğla sıraları ile aralarındaki balık kılçığı biçiminde tuğla örgüler dikkati çekmektedir. Surun kuzey köşesinde kayalık tepe üzerinde bulunan mazgallı, silindirik kule ise 6 m. çapında ve üç katlıdır.

Cumhuriyetin ilanından sonra Anadoluhisarı İstanbul Belediyesi tarafından onarılmış, bu arada ortasından geçirilen Üsküdar-Beykoz karayolu kalenin bir bölümünün yıkılmasına ve özelliğini kısmen de olsa yitirmesine neden olmuştur. Bu yol yapımı sırasında çevresindeki kaleye bitişik evler kamulaştırılarak yıkılmış ve kalenin kalan kısımlarının ortaya çıkması sağlanmıştır.

Günümüzde Kültür ve Turizm Bakanlığı yönetimindeki Hisarlar Müzesi Müdürlüğü’ne bağlıdır. Bakanlık tarafından 1992–1993 yıllarında acil onarımları yapılmıştır.


14 Nisan 2016 Perşembe

İstanbul Gümüşsuyu’nda Tarihi Yapı Analizleri

Gümüşsuyu’nda karşılıklı olarak iki koca bina duruyor. Birisi estetik, diğeri ise çirkinlik abidesi olarak yükselen bu iki binayı es geçmek olmaz. Bunlardan ilki Park Oteli ya da bugünkü haliyle Sürmeli Otoparkı. Tabii otoparkın tarihinden bahsedecek değiliz. Park Otoparkı’nın bulunduğu yerde Park Oteli vardı. Ondan da geriye gidersek, otel henüz yokken, yani 19. yüzyılın ikinci yansında bu bölgede İtalyan Elçisi Baron Alberto Blanc’nın konağı vardı. Söylenenlere göre iflasın eşiğine gelen Blanc bu% konağı 1897’de Berlin Sefiri Ahmed Tevfik Paşa’ya sattı.


Tevfik Paşa, İsviçreli eşiyle beraber bu eşsiz Boğaz manzaralı konakta on dört sene yaşadı. Konağın bir kısmının 1911’de yanmasının ardından, Pera Palas ve Tokatlıyan’ın eski günlerinde olmadığım düşünen Tevfik Paşa’nm oğlu Ali Nuri Okday, buraya bir otel yapmaya karar verdi. Otel 1930 yılında “en güzel deniz manzarası anlamında” anlamında Miramare adıyla açıldı.


Bir yıl sonra da Park Otel adını aldı ve kısa sürede özellikle barıyla dünyanın en iyi otellerinden birisi olarak ünlendi. Şüphesiz bu ününe kavuşmasında otelin efsane müdürü ufak tefek, gümüş saçlı, filozof bakışlı, setre pantolonlu Aram Efendi’nin (Aram Hıdıryan) rolü büyüktü. Yahya Kemal on altı yıl boyunca aralıksız otelin müdavimi oldu.


Adnan Menderes İstanbul’a geldiği zamanlarda daima burada kalırdı. Atatürk, İnönü, Celal Bayar, Münir Nurettin Selçuk yine bu otelde kalan ünlü isimlerdi. Bir İtalyan ustanın elinden çıkma gül ağacı ve meşeden oyma ban da otelin kendisi kadar ünlüydü. Rakıcıların kekikli zeytin ve kırmızı biberli küp beyaz peynirinin burada ortaya çıktığı hâlâ söylenir. Fransız gümüşü kaplarda incecik pudra şekeriyle beraber servis edilen cinfizz’i ve kuru üzümlü martinisi de spesiyalleri arasındaydı.


Tango partileri, beş çayları ve özel gecelerle Park Otel kırk yıl boyunca sosyeteyi, edebiyatçıları, ressamları ve politikacıyı kendisine çekmişti. Fakat gün geldi, Türkiye’nin yaşadığı ekonomik sorunları otel de yaşadı. Tüm bunlara Hüton ve Divan gibi konforlu otellerin açılması eklenince, Park Otel 1979 yılında demir kapısını müşterilerine kapattı. Sürmeli Holding tarafından satın alman bina kentin en panoramik yerine yirmi altı katlı “modem” bir otel yapma düşüncesiyle yıkıldı. Yıllar süren hukuki mücadeleyi kazanan İstanbul oldu ve buraya yeni bir beton yığınının dikilmesine son anda engel olundu ama iş işten çoktan geçmiş, güzelim Park Otel yerle bir edilmişti. Neyse ki meşhur ban ve PO yazılı porselen takınılan yeni yapılması düşünülen otele konulması düşünüldüğünden korunabildi.


Alman elçilik olarak hizmet veren yapı 1923’ten sonra Alman Konsolosluğu adını aldı. Aslında Almanya ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki diplomatik üişkiler, Almanya’nın henüz Prusya Krallığı olduğu dönemde başlamıştı. 1865’te Prusya Elçisi olarak İstanbul’a gelen Kont St. Simon, Galata Kulesi yakınlarındaki Yazıcı Sokak’ta, bugün yerinde Doğan Apartmanı’nın yükseldiği eski bir Osmanlı konağı olan Mahmud Paşa Konağı’nda kalıyordu.


Eski konakta bitip tükenmek bilmeyen sorunlar elçiyi isyan noktasına getirmiş ve Berlin’e bir mektup yazmaya zorlamıştı. Tavandan şıpır şıpır damlayan sulardan bahsettiği mektubu, Alman devletini etkilemiş olmalı ki daha büyük ve modem bir elçilik binası yapılmasına karar verildi. 1870’lerin ortalarında Grand Rue de Pera üzerinde yeterince geniş arazi kalmamış olmasının yanı sıra Boğaziçi ve Marmara’ya hakim manzarası Almanları burada bir elçilik binası yapmaya teşvik etmişti.


Yapımına 1874’te başlanan ve 1877’de tamamlanan bina Almanya’nın 1871’de ulusal birliğini oluşturmasından sonra yabancı bir ülkede yaptırdığı İlk elçilik binası olma özelliğine sahip. Mimarı Hubert Göbbels, 1872’de İstanbul’a gelmişti. İstanbul’da projeyi hazırlamasi koşulların ve isteklerin sık sık değişmesi nedeniyle iki yıl surdu. Ama kendisi bu önemli yapısının bittiğini göremeden 1874’te genç yaşta öldü. Binanın inşaatı yardımcısı Albert Kortüm tarafından tamamlandı. Mimar Göbbels, bir diğer projesi olan Alman Hastanesi’nin de bittiğini göremedi. Hastane ölümünden sonraki üç yılda inşa edildi. Binanın dört köşesinde bir zamanlar kartal figürleri bulunuyordu. Bu özelliğinden dolayı binaya Kuş Sarayı (Pala-is d’Oiseau) adı verilmişti.


Dönemin Alman gazeteleri bu figürleri “Avrupa ve Asya’yı kucaklamak isteyen” kartallara benzeterek Alman İmparatorluğu imgesini vurgularlar. Ancak, Almanlar Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup ayrılınca, 1918’den sonra bu figürler kaldırıldı.


Alman Konsolosluğumun hemen karşı çaprazında Gümüşsüyü Askeri Hastanesi yer alıyor. Sultan Abdülmecid Gümüşsüyü Kışlası’ndaki topçu askerlerin tedavileri için bu hastaneyi yaptırmıştı. Hastaneyi İngiliz Konsolosluğu’nun miman W.J. Smith 1850’de tamamlamıştı. Hastanenin bir diğer özelliğiyse Osmanlı’da sıcak su ile ısıtılan ilk bina olması. Caddenin karşısındaki Japon Konsolosluğu binası ise OsmanlI Bankası’nın eski müdürlerinden Arnavut asıllı Rum olan Pan-galis Beyün evi olarak 1904’te inşa edildi. İnönü Caddesi üzerinde günümüzdeki tek ahşap bina olan üç katlı konak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Japon Elçiliği olarak kiralandı, 1928’de de Japonya’nın malı oldu. 1937’de elçilik Ankara’ya taşınınca, önce Japon elçisinin yazlık konutu, sonra da Japonya’nın İstanbul Başkonsolosluğu oldu. Almanya ve Japonya’nın dünya siyasetine geç girmesi bir bakıma Pera’da da kendini hissettiriyor.


Gümüşsüyü ve Ayaspaşa günümüzde de İstanbul ve Beyoğlu’nun seçkin yerleşim bölgelerinden birisidir. Eskisi 19. yüzyıl başından kalan apartmanlarda, aralarında tanınmış isimlerin de bulunduğu sanatçı, edebiyatçı, doktor, mühendis gibi orta-üst ve üst sınıfa mensup kişiler oturmaktadır.


Park Oteli ve Alman Konsolosluğu’nun ortasındaki yokuştan inildiğinde, Selime Hatun Camii ve aşağısında sağda Süryani Katolik Patriklik Binası bulunuyor. Oradan sonra da Kabataş’ın inişli çıkışlı dar sokaklarına gidiliyor. Aralarında “Sormagir”, “Pürtelaş”, “Çifte Vav” gibi ilginç isimli olanları da var. Arazi oldukça dik olduğu için, İstanbul’un en bildik merdivenleri ve yokuşları da Ayaspaşa’nın alt taraflarında bulunuyor. Ancak, kitabı Beyoğlu ile sınırlı tuttuğumuz için oralara girmeyerek geziyi burada noktalıyoruz.


 


 

1 Nisan 2016 Cuma

Bugün ki İstanbul Gezisi Opera Binası Temalı

Atatürk Kültür Merkezi’nin bitişiğinde, ortasında iki sıralı bayrak direklerinin yükseldiği, arka taraftaki otoparka giden kısa geçitte 1950’li yıllara kadar Miramare Apartmanı yükseliyordu. Eski Dışişleri bakanlarından, Adnan Menderes ile birlikte idam edilen Fatin Rüştü Zorlu’nun annesi de bu apartmanda oturmaktaydı.


Bugünlerde, yıkılıp yeniden yapılması yönünde bitip tükenmek bilmeyen tartışmalara konu olan Atatürk Kültür Merkezi ya da eski adıyla Opera Binası ise uzun yıllar süren çalışmanın ardından 1969 yılında hizmete açıldı. Temeli 1949’da s atılan binanın İstanbul’un Fethi’nin 500. yılma yetiştirilmesi planlanıyordu, ancak ekonomik yetersizlikler, Türkiye’nin yaşadığı siyasi çekişmeler derken anca yirmi yılda tamamlanabildi. Atatürk Kültür Merkezi’nin olduğu yerde daha önceleriyse dönemin elektrik idaresine ait binalar ve lojmanlar bulunuyordu. AKM’nin yanındaki yokuştan Gümüşsuyu’na ya da bugünkü adıyla İnönü Caddesi’ne iniliyor. Gümüşsuyu’na inerken de Ayaspaşa semti bulunuyor. Aslında Ayaspaşa ve Gümüşsüyü arasında kesin bir sınır çizmek zor. Belki de ben büemiyorum. Büyük olasılıkla ikisi iç içe geçmiş durumda.


Taksim civarındaki mezarlıkların kaldırılma süreci 1860’larda başlayıp Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar sürdü. Mezarlıklar kaldırılırken Kanuni Sultan Süleyman dönemi sadrazamlarından, ömrü Mohaç’da, Viyana’da, Bağdat’ta, Tebriz’de seferlerde geçen Mehmed Ayaş Paşa’nm, içinde kılıcının da olduğu mezarı bulundu ve o bölgeye “Ayaspaşa” dendi. Arnavut devşirmesi olan Ayaspaşa’ya Taksim, Elmadağ, Galatasaray, Cihangir ve Beyoğlu’nun büyük bir kısmı bahşedilmişti. İçinde havuzu olan büyük bir konakta yaşayan Ayaş Paşa yakalandığı vebadan kurtulamayarak 1566’da ölmüştü. Ölümünden neredeyse dört asır sonra, varisi olduklarını ileri sürenler 1920’li yılların sonlarında dava açtılarsa da, yıllar süren çabalan sonuç vermedi.


Yeri gelmişken, Gümüşsuyu’nun hikayesinden de bahsedelim. Ayaspaşa nasıl Ayazpaşa’ya dönüşüp dile yerleştiyse, “Gömüşsuyu” da zamanla Gümüşsüyü oldu. “Gömüş”ün kelime anlamı “su haznesi”. Osmanlı zamanında “maslaklardan merkeze, yani maksemlere akan su oradan “taksim” edüirdi. Dağıtılan su da yol üzerindeki daha küçük depolarda, “gömüş”lerde depolanırdı. Birazdan göreceğimiz Gümüşsüyü Askeri Hastanesi’nin duvarında da böyle bir su haznesi var ve semtin adı da kışlanın “gömüş”ünden geliyor.


Gümüşsuyu’na doğru inen caddenin üzerine 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başından kalma estetik Art Nouveau apartmanlar bulunuyor. Genellikle de iyi korunmuş dürümdalar. Apartmanların bitiminde de zemin katta İstanbul’un Rejans’tan sonra açılmış ikinci Rus lokantası bulunuyor. Ayaspaşa Rus Lokantası, 1940’lı yıllarda bir Macar göçmeni olan Judith Krischanovski ve Beyaz Rus eşi tarafından işletilmeye başlandı. Rejans’a göre daha sakin ve ucuz olan bu lokanta kısa sürede İstanbul’daki elit kesimin uğrak yeri olmuştu. Yıllar geçip lokanta el değiştirse ve bazı ufak değişimler yaşadıysa da halen eski ortamını büyük ölçüde muhafaza ediyor.


Ayaspaşa Rus Lokantası’nın hemen üst tarafındaysa C. Fischer Lokantası var. Burasının, bir dönemler Asmalımescit ve Galatasaray civarında yer tutmuş seyyah Rudolf Fischer’in, kendi adını taşıyan meşhur Alman lokantasıyla ilgisi şu bakımdan var. 1978’te kapanan Alman lokantasının eski garsonlarından Cemal Ok, Fischer’de edindikleriyle 1983’te bu yeri açmış.


 

27 Mart 2016 Pazar

Tarihi Osmaniye’den Günümüze Gelen Tarihe Işık Tutan Bir Gezi

İstiklal caddesinde yol alırken Tünel üzerinde, Tütüncü Çıkmazı’nın yanında Hotel Metropolden kalma işlemeli bir kapı bulunuyor. Bir zamanlar bu kapının ardında, 1895’te İstanbul’da ilk sinema gösteriminin yapıldığı Sponek (Sponeck) isimli birahane vardı. Kapının hemen yanında 1893 yılında yapılan ve 1993’te ciddi bir restorasyon geçiren Aznavur Pasajı’m görüyoruz. Mısır Apartmanı’nın mimarı Hovsep Aznavuryan tarafından yapılan pasajın Meşrutiyet Caddesi’ne çıkan bir kapısı daha vardı, ancak bu kapı restorasyon sırasında, muhtemelen yer kazanma düşüncesiyle kapatıldı. 1870’lerde Aznavur Pasajı’nda saatçi Mihal Zapontis’in, kunduracı Konstantin Vitalis’in, müzik aletleri satan Konstantin Nomismatidis’in dükkanları, Emanuel Kuzuris’in kafesi ve Andrea’nın Cafe Commerce’i vardı. İçinde bir de bilardo salonu olan Cafe Commerce, Servet-i Fünunculann rağbet ettiği bir mekandı. Aznavur Pasajı’nın içi, 1980’lerin sonunda yıkılarak yeniden inşa edildi.


Aznavur Pasajı’ndan hemen iki adım ilerideki dar aralıktan, yeni adı Danışman Geçidi olan Hazzopulo (Hacopoulo) Pasajı’na girelim. 1871’de açılan pasaj, adını ilk sahibi ünlü Rum tüccar Hazzopulo’dan alıyor. Pasaj, yapıldığı günden beri iplikçi, ibrişimci, düğmeci, şapkacı ve terzileri bir arada bulunduruyor. Yapıldığı yıllarda, üst katlan konut olarak kullanılan pasajda Ahmed Mithad Efendi matbaası vardı. Namık Kemal’in İbret gazetesi de bu matbaada basılırdı. Dolayısıyla Hacopoulo Pasajı, bir dönem Jön Türklerin buluşma yeri olmuştu.


1870-1880’li yıllarda; Kuaför Valentin Kardeşler, halıcı Filipoviç, Carmelo Patitucci ve Matzurdelli Kuaför Salonları, Braun Kardeşler, Matmazel Akitodores ve Singrus’lar, görkemli lokanta ve meyhanesiyle Kamelos, Paris somya ve karyolalarının satışmı yapan Neyrat, Pera’nın güzel hanımlarına hizmet veren Matmazel Adel, Heral Usta’nm Büyük Lüks Kundura Mağazası, kadm iç çamaşırları satan Madam Eitenne Touzet, erkek terzilerinden Foskolo, Armao, Barbagalo ve Marengo da uzun bir süre bu pasajm saygm şahsiyetleri arasında yerlerini almışlardı.


Pasajda bulunan Dikran Çuhacıyan’ın opera tiyatrosu ve Adam Musiki Mağazası geçen yüzyıl sonunda Pera’nın önemli kültür merkezleriydi. Ünlü fotoğrafçı Ara Güler’in babası Dacat Güler’in eczanesi de bu pasajda 38 numaradaydı. Şapkacı Madam Katya hâlâ burada…


İstanbul’un 1453’te Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedilmesiyle Bizans tarihe gömülmüştü. Ancak Bizans’ın kültürel etkisi devam etti. İstanbul, Osmanlı başkenti olduğunda kentte önemli bir Rum nüfusu bulunmaktaydı. Rumlar nüfusça en kalabalık gayrimüslim topluluktu. Patrikhane çatısı altında örgütlenen İstanbul’daki Rum cemaati Bizans mimarisi ve sanatını kiliselerinde devam ettirdiler. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun belirlediği kurallar çerçevesinde inşa ettikleri kiliselerde “hem Bizans hem Osmanlı, ne Bizans ne Osmanlı” diye adlandırılabilecek bir biçim ortaya çıktı.


Günümüzde İstanbul’da doksan bir Rum Ortodoks Kilisesi bulunuyor. Bunlardan seksen dördü Fener’deki Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne, üçü Kudüs Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne, biri Sîna Başpiskoposluğu’na, üçü de Türk Ortodoks Başpiskoposluğu’na bağlı. Bugün bu doksan bir kilise adeta zamana karşı direniyor. Çünkü bir zamanlar İstanbul mozaiğinin bir parçası olan ve sayhan yüz binlerle ifade edilen İstanbul Rumlanndan sadece 1500-2000 kişi kaldı. Beyoğlu’nda göreceğimiz iki Rum Ortodoks kilisesinden ilki Aya Panayia İsodion.


Hacopoulo Pasajı’ndan demir kapıyı geçerek kilisenin bulunduğu alana çıkabiliriz. Meryem, Doğu kiliselerinde “Panayia” olarak adlandırılıyor. “Panayia isodion” ise Meryem’in kutsal tapmağa sunuluşunu ifade ediyor. Aya Panayia Rum cemaatinin önemli ve de ilginç kiliselerinden birisi. Rum kiliselerinde pek rastlanmayan çan kulesi Aya Panayia’da görünüyor.


Sadece pazar sabahları ve özel günlerde ibadete açılan kilisenin bahçesinde bir de küçük ayazma bulunuyor. Dışandan çok gösterişli olmadığı sanılabilir, ancak kilisenin içi dini öğeleri konu alan etkileyici resimlerle kaplı. Kilisenin arkasından Meşrutiyet Caddesi’ne bir geçiş var. Biz o tarafa gitmiyor, kilisenin ön tarafındaki merdivenlerden aşağıya inip sağa dönüyoruz ve İstanbul’un yemek kültüründe önemli bir yeri olan Rejans Lokantası’nın önüne geliyoruz.


 


 

26 Mart 2016 Cumartesi

Asmalımescit

Fikret Adil, Asmalımescit 74 isimli kitabında 1930’lu yılların Asmalımescit’ini şöyle anlatır: “Macera peşinde vatanını bırakan, hudut dışına atılan, yayan devri aleme çıkan ecnebiler ve barlarda çalışan bütün artistler Asmalımescitf te otururlar. Dünyanın her köşesinden gelmiş, ekserisinin milliyetleri ancak pasaportlarında -eğer varsa- yazılı bu insanların etrafında, gene ecnebi, fakat en aşağı yirmi yıldır Asmalımescit’e yerleşmiş bir grup daha vardır. Bunlar artist acenteliği, tefecilik, pansiyonculuk ve tellallıkla geçinirler, her lisanı konuşurlar, hiçbirisini okuyup yazamazlar, Türkçe imzalarını atmayı bilirler ve zabıtadan tanıdıkları çoktur.

Marsilyalı bir ‘souteneur’, Napolili bir “lazzarone’, Şikagolu bir ‘gangster’ kendini Asmalımescit’te yabancı saymaz. Buranın hususiyetini, güneş görmeyen, dolambaçlı, rutubetli, her köşebaşı amonyak kokusu neşreden sokaklara açılan demir kapılı, demir kepenk ve parmaklıklı pencereleriyle bu müteaffin havayı teneffüs etmeye hazırlanan karanlık evlerin sakinleri tamamlar.

Odalardaki çiçekler, saksıları içerisinden pencerelere doğru zayıf dallarını uzatmaya çalışırlar, yirmi beş mumluğu geçmeyen elektrik lambaları küvetlerdeki suların pisliklerini göstermezler ve insan eğer bu evlerden birisinde oturursa geceleri uyuyamaz, çünkü Asmalımescit’in nabızları gibi, mütemadi topuk sesleri, sofalarda, bitişik evlerde dolaşır, her an odanızın önünde birinin nefes aldığını zannedersiniz. Sabaha karşı da uyumak kabil değildin Bu saatlerde artistler işlerinden dönerler, ekserisi içmiş olduğu için yüksek sesle konuşurlar, beraberlerinde getirdikleri adamlarla Vaha içelim, yatmayalım’ diye münakaşa ederler, gramofon çalarlar. Bütün bunlara, sokaktan geçmeye başlayan simitçi, zerzevatçı, sütçü naraları, tramvay dan-danlan karışır. Âsmalımescit’te insan, ancak oraya yerleştikten bir hafta sonra ve sabah sekiz ile on altı arası uyuyabilir. ”

Bir zamanlar varlıklı Levanten ailelerin oturduğu sokağın eski görüntüsünden artık eser yok. Sokağın sonlarına doğru İstanbul’un eski lokantalarından Yakup 2 bulunuyor. Yakup’un yerinde Alman Kohut’un işlettiği Kohut Lokantası vardı. Lokantası iyi iş tutan Ko-hut, üeride göreceğimiz, yine kendi adını taşıyan otelini açtı. Hemen yanında ise Maltalı Lewis Mizzi’nin sahibi olduğu, bir dönemin yüksek tirajlı Levanten gazetelerinden The Levant Herald’m yayımlandığı yer bulunuyor. Köşede, önünde bir de türbe bulunan binanın eski sakini Donizetti Paşa’ydı. Donizetti Paşa’dan ve yaptıklarından kısaca bahsedelim.

Sultan II. Mahmud 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırarak yeni bir ordu kurduğunda orduda Avrupa devlederindeki örnekleri gibi bando olmasını da istemişti. Yapılan girişimler sonucunda, daha önce Napolyon’un ordusuyla birçok savaşa katılmış ve Avrupa’nın her yerine gitmiş olan bir bando şefi bulundu. Şef öyle bir şefti ki, Napolyon’u Elbe Adası’ndaki yüz günlük sürgününde ve Waterloo Savaşı’ndaki yenilgisinde bile yalnız bırakmamıştı. Donizetti Paşa ya da gerçek adıyla Giuseppe Donizetti, 1828’de II. Mahmud döneminde İstanbul’a gelerek sultanın huzuruna çıktı. Beş altı ay gibi kısa bir sürede saray bandosu Mızıkayı Hümayun’u kurdu. Sultan Mahmud’un oğlu Abdülmecid’in tahta çıktığı günlerde bestelediği Mecidiye Marşı yıllarca milli marş olarak kullanıldı. Bu marştan dolayı Sultan Abdülmecid, Donizetti’yi üzeri elmaslarla işli ve tuğralı bir tütün tabakasıyla ödüllendirdi. Daha sonra miralaylığa yükselen Donizetti’ye miralaylık nişanı ve işlemeli bir kılıçla birlikte paşa unvanı verildi. Aldığı ödüller arasında Sardunya Kralı’mn onur nişanı ve Fransız Hükümeti’nin ünlü “Legion d’Honneur” (lejyon donör) nişanı da vardı. Yaşlılığında bir süre de emprezaryoluk yapan Doni-zetti Paşa, Şubat 1856’da İstanbul’da öldüğünde kendisi için büyük bir tören düzenlenerek Harbiye’deki Saint-Esprit Katedrali’ne gömüldü. Mezarı halen (bugün Nötre Dame de Sion Lisesi’nin bahçesinde yer alan) katedralin bodrum katindadır. Ağabeyinden yirmi sekiz yıl boyunca ayrı kalan kardeşi büyük opera bestecisi Gaetano Donizetti, kendisinden “II Turco” diye söz ediyordu.

Donizetti’yi de andıktan sonra, Asmalımescit Sokak’tan geri dönelim ve Sofyalı Sokak’a saparak derleyelim. Sokaktaki meyhaneler arasında tarihe mal olmuş bir tanesi var: “Refik” Adını kurucusu Re- . fık Arslan’dan alan meyhane tam elli bir yıldır aynı yerde hizmet veriyor. Meyhanenin ilginç bir kuruluş öyküsü var. Rize’nin Hemşin ü-çesinde ustalık yapan Ali Aslan’ın Refik, Memiş, Niyazi ve Aslan isminde dört oğlu varmış. Bunlardan Memiş dışındaki üçü ekmek parası için 1938 yılında İstanbul’a gelmiş. Üç kardeşten Refik o dönemin ünlü Alman lokantası Fischer’de çalışmaya başlamış ve orada mezeciliği öğrenmiş. 1954 yılında açtığı lokantasma da kendi adını vermiş. Refik, özellikle Rum meyhanecilerin yanında çalıştığı için meyhane kültürünü kapmıştı. Balık yemekleri ve mezeleri her zaman bir numara olmuştur. Herkes kendi ekmeğini kendisi keser, ne yemek istiyorsa tezgahtan alır, çıkarken de hesaplayıp öder. Türkiye’nin son elli yılının sanat ve edebiyat dünyasına ışık tutan lokantanın masalarından Edip Cansever, Türgut Uyar, Aydın Boysan, Burhan Uyar, Selahattin Giz, Abidin Dino ve daha birçok tanınmış aydm geçti…

22 Mart 2016 Salı

Fransız Sokağı Turu

On sekizinci yüzyıla gelindiğinde Batıklar, zayıflayan Osmanlı İmparatorluğundan istedikleri ayrıcalıkları tek tek elde ederlerken koca imparatorluğa baş eğmek düşmüştü. Frenkçe “baş eğmek” anlamına gelen “caputile” sözcüğünden ortaya çıkan kapitülasyonlar dilimize böyle-ce girmiş oldu. Kapitülasyonlar tanınan ticari veya siyasi ayrıcalıklardan ibaret değildi. Batılı devletler kendi mahkemelerini de kurma ve kendi vatandaşlarını bu mahkemelerde yargılama hakkını elde etmişlerdi. Meydanın solundaki küçük bina bir dönem Fransa’nın mahkeme olarak kullandığı Palais de Justice. Biraz dikkatli bakıldığında binadaki ilginçlik, daha doğrusu bir hata dikkatimizi çekiyor.


Binanın üst kısmında sırasıyla “kraliyet”, “adalet” ve “güç” anlamına gelen “Loi”, “Justice”, “Force” sözcüklerinden “Loi” ile “Justice” 1831 yangınının ardından yapılan restorasyon esnasında dikkatsizlik sonucu yanlış simgelerle eşleştirilmiş.


Fransız mahkemesinin yanındaysa bir dönem elçilik binası olan, bugünse konsolosluk rezidansı ve Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nü barındıran Palais de France’ı (Fransız Sarayı) görüyoruz. Saraydan önce bu geniş arazide Osmanlı astronomu Takiyeddin’in rasathanesi bulunuyordu. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlılar Fransızlarla oldukça iyi ilişkiler kurmuş ve Fransızlara elçilik açma izni vermişlerdi. İşte Kanuni’nin Fransızlara hediye ettiği bu geniş araziye 1581’de Fransız Sarayı yapıldı. Fransızlar yurtdışında ilk elçiliklerini Osmanlı topraklarında açmışlardı.


Fransız Elçiliği, Venedik balyosu ve Ceneviz podestasını saymazsak aynı zamanda Osmanlı topraklarındaki ilk elçilik binasıydı. İlk Fransız elçisi Jean de la Forest’di. Ancak, Fransız Sarayı 1831 yangınında tamamen yandı. Yangının ardından 1839’da Parisli mimar Pierre Leonard Laurecisque tarafından yeniden inşa edilen bugünkü sarayın giriş kapısı Polonya Sokağı’na alındı. Dönemin birçok binasında olduğu gibi Fransız Sarayı’nda da Malta taşı kullanılmıştı. Çünkü bu malzeme hafifti ve üstelik en önemlisi yangına dayanıklıydı. Günümüzde de içi oldukça iyi korunmuş bina, Fransızların gösterişini ve inceliğini ispat eder. Sarayın yapıldığı dönemin Fransız Kralı Louis Philippe’in adının baş harfleri olan “L” ve “P” inisyalleri binanın bahçeye bakan cephesindeki alınlığında görünüyor. Sarayın duvarlarını goblen tablolar, gravürler, fermanlar, kral ve sultan portreleri, salonlannıysa Aubusser halıları, Sevres vazoları, mermer sütun ve heykelcikler süslüyor.


Fransız sefaretinin Beyoğlu’na yerleşmesinden sonra sırasıyla bütün devletler elçüiklerini bu bölgeye taşıdılar. Yüzyıllar boyunca Beyoğlu, diplomasinin kalbi oldu. Osmanlı’mn sona ermesi ve Cumhuriyet’in ilanıyla yeni başkent olarak Ankara seçildi. Devletler bu güzel bölgeyi bırakıp 1920’lerin Türkiye’sinde bir köy görünümünde olan yeni başkente gitme konusunda çok isteksizdiler. Bu nedenle, bazı Batılı devletler uzun yıllar elçilik binalarını bu bölgede bulundurmaya devam ettiler, ancak daha sonra Beyoğlu’ndaki tüm elçilikler konsolosluğa dönüştü.


Fransız ve İtalyan esintileriyle dolu bu hoş alanı yavaş yavaş geride bırakarak, köşedeki harabe binanın yanındaki sokağa sapıyoruz. Sokağın sonundan sağa dirsek yapar yapmaz sol taraftaki duvarın üzerinde Gül Baha’nın türbesini görüyoruz. Gül Baha’dan ileride bahsedeceğiz. Türbesinden devam ettiğimizde Yeni Çarşı Caddesi’ne çıkıyoruz. Bu caddenin iki tarafı da geçen yüzyıl başından kalma, kısmen korunmuş evlerle dolu. Bu evler, genellikle Pera’da çalışan, orta sınıf Levanten, gayrimüslim ve Musevilere aitti. Cadde ileride, Boğazkesen Caddesi adını alıyor. Boğazkesen Caddesi’nden aşağıya doğru indiğimizde de, adından da anlaşıldığı gibi boğaz kıyısına, Tophane’ye ulaşabiliriz. Ancak dik yokuştan yukarıya doğru çıkıyoruz ve Nuru-ziya Sokağı’nın girişine ulaşıyoruz. Nuruziya’ya sapmaz da karşıdaki araya girersek Fransız Sokağı’na gidebiliriz. Fransız Sokağı’ndaki Neo-klasik binaların tümü hayatının yirmi yılını İstanbul’da geçirerek Karaköy ve Eminönü Rıhtımları’nı da inşa eden Fransız Marius Michel tarafından yapıldı. Çoğunluğu Sakızlı Rumlar olan sokağın sakinleri arasında; yedi kuşak saray mimarı olan Balyan Ailesi’nin Dolma-bahçe Sarayı’nın kartonpiyerlerini yapmaları için İtalya’dan getirttiği Genevesi Ailesi, Fransız portre ressamı ve ağaç oyma süsleme sanatçısı Albert Mille, ressam Matteo da vardı.


Önce, Cezayir olan sokağın adı adeta hakaret edercesine Fransız Sokağı olarak değiştirildi. Sonra da Beyoğlu’nun kimliğine son derece aykırı, gayet yapay bir sözüm ona kültür-sanat-eğlence ortamı yaratıldı.


 


 

19 Mart 2016 Cumartesi

Viyana Kuşatmasında Gelişmelerden Yansıyanlar

Askerlerin Konuşlandırılması


Sadrazam metrisleri terk ettikten sonra asaletli Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa ve asaletli Vezir Kara Mehmed Paşa ile Deli Bekir Paşa, Binamaz Halil Paşa, sipahi ve silahtar ağaları, cebecibaşı, topçu başı, Sadrazamın otağına geldiler. Burda bir saat süren bir toplantı yapıldı.


Din düşmanının yaklaşması halinde metrislerdeki askerin olduğu gibi yerinde bırakılması, bütün paşaların kendi kapıları ve vilâyetlerinin” atlı birlikleriyle gâvura karşı çıkıp savaşa girmeleri konusunda tam bir anlaşmaya varıldı. Herkeste yaygın olan inanış, Allah’ın yardımıyla düşmanın püskürtülüp bozguna uğratılacağı, böylece kalenin de rahatça ele geçirileceği yolundaydı. Toplantıdan sonra adı geçen kumandanlar otağı terk ettiler. Kara Mehmed Paşa, Bekir Paşa, Halil Paşa, Sipahi ve silahtar ağalarıyla cebecibaşı; Sadrazamın kethüdasının çadırında bir süre daha kaldılar.


Bir süre sonra, gâvurların yürüyüş yolunu sağdan ve soldan incelemek üzere Sadrazam atına bindi; yukarda sözü edilen kılavuzlarla birlikte yola çıktı. Gâvurların gelmeleri beklenen yolları gözden geçirip tekrar geriye döndü.


Kara Mehmed Paşa, Serasker İbrahim Paşa, Bekir Paşa, Halil Paşa ve İslâm ordusunu korumakla görevli öteki kumandanlar orduyu hümayunun çevresin de yer alıp, çadırlarını ırmak kıyısından Hüseyin Paşanın bulunduğu yere kadar uzanan alanın içine kurdurdular.


İkindiye doğru kudretli Tatar Hanı geldi. Üç saat süreyle genel durumun ayrıntıları hakkında konuşulup savaş ve döğüş için gerekli tedbirler tartışıldı. Birlikte yemek yendikten sonra Tatar Hanına çok ince bir kumaş üzerine samur kürk geçirilmiş bir kaftan ihsan edildi. Bundan sonra da Han, kendisine eşlik eden iki yüz yağmacı Tatarla birlikte kendisine ayrılmış olan yere giderek orda ordugâh kurdu.


Altmış Şahi topuyla iki Kolombrine topu metrislerden çekilip gâvurların gelmesi beklenilen üç yolun karşısına yerleştirildi.


Sol kanattaki tımarlı sipahilerin hepsi metrislerden çıkarılıp kendilerine emredilmiş bulunan yerlere geçtiler.


Bugünkü toplantı sırasında devletlû Sadrazam, paşalarla birlikte kendisinin de en ön saflara gitmek istediğini buyurmuşlardı. Fakat savaş meclisinin uzağı gören üyeleri, onun otağında orduyu hümayunun kalbinde taştan bir dağ gibi dimdik durup kalmasını daha doğru buldular. Böylece Sadrazamın yerinden kıpırdamaması kararlaştırıldı.


Macarlardan durmadan yeni erzak arabaları geliyordu. Bu erzakın Cellat Çadırı önünde her zamanki pazar fiyatı üzerinden satılması konusunda daha önceden verilmiş olan buyruk uygulanmaktaydı.


Sadrazamın Padişahın yanındaki vekili Vezir Koca İbrahim Paşa’dan çadırcı basısı Daltaban Uzun Mustafa bir takım mektuplarla geldi.


Orduların Karşılaşması


Devleti Sadrazam maiyetiyle birlikte ordugâhın çevresini gözden geçirmek üzere at gezintisine çıkıp öğle üzeri tekrar otağına döndü. Öğle namazından sonra Kara Mehmed Paşa’dan, düşman ordusunun biri ırmak kenarından, öbürü ordugâhın üst yanından olmak üzere iki yoldan gelmekte olduğu ve üç saatlik yere varmış oldukları yolunda bir haber geldi. Bunun üzerine Sadrazam, bütün maiyet ve hizmet halkıyla, silahtar ve sipahilerin silahlanıp davul ve sancakla birlikte hazır olmalarını buyurdu.


Bosna Beylerbeyi Hızır Paşa kendi vilâyetinin bütün askeriyle birlikte adadaki yerlerinden çekildi. Yerine Eflak ve Buğdan beyleri, Saruhan Sancakbeyi Şeyhoğlu Ahmed Paşa ile Sadrazamın ağalarından Maden Ağa ile Recep Ağa konuldu.


Metrislerden Sadrazama gelen bir haberde, Rumeli kolunda kale duvarına kadar varılmış ve buraya bir lağım yerleştirme hazırlığına geçilmiş olduğu bildirildi. Bu güzel habere çok sevinen Sadrazam, lağımın sabaha kadar hazır edilmesini emretti.


Geceleyin Tatar Ham yirmi tane Alman tutsak yakaladı. On dokuzunun boynunu Vurdurup bir tanesini Sadrazama gönderdi. Bu tutsak sorgusu sırasında şunları söyledi: “Gâvurlar iki yoldan geliyorlar. Aralarında kırk bin askerlik ordusuyla Polonya Kiralının kendisi de bulunmaktadır. Alman Kayzeri de yanındadır. Onun da kırk bini atlı ve otuz bini yaya olmak üzere yetmiş bin askeri vardır. Yanlarında iki yüz tane ağır ve hafif top getirmektedirler. Yarın sabah, İslâm ordusuna karşı hücuma geçmek niyetindedirler.”


Her türlü kuşkudan uzak bu apaçık ifade karşısında Sadrazam bütün orduyu savaşa hazır duruma geçirmek gerektiği kanısına vardı. Gerekli buyrukları dört bir yana yollattı’ Böylece İslâm askeri bütün gece boyunca gökteki yıldızlar gibi uykudan uzak ve uyanık kaldı. Bu hal gün ışıyıncaya kadar sürdü.


Yeniçeri ağası bir miktar yeniçeriyle metrisler^ den çıkıp, gerektiğinde yaya askerini dışardan korumak için savaşa hazır bir halde bekledi.


Zağarcı kolunda üzerinde çalışılmakta olan iki lağımdan birisi gâvurlar tarafından keşfedildi ve bunu zararsız hale getirmek için ellerinden geleni yapmağa başladılar. Anadolu Beylerbeyi Osman Paşazade Ahmed Paşa derhal karşı tedbirleri aldırıp öteki lağımı patlattırdı. Gâvurlardan bir haylisini toprağa gömdü. Bir kelle ele geçirildi.


Geceleyin, gâvurlar, çok sayıda fişek attılar. Bu onların artık ne yapacaklarını bilemez hale geldiklerini ve çok acele yardıma ihtiyaçları bulunduğunu göstermekteydi. Rumeli Beylerbeyi Hocazade Arnavut Haşan Paşa, da sol kanadının sancağıyla metrislerden dışarı çıktı.

16 Mart 2016 Çarşamba

Jüstinyen’in Eserlerinden Biri “Küçük Ayasofya”

Sultanahmet Camii’ne kısa bir yürüme mesafesinde bir VI. Yüzyıl eseri, buna rağmen az bilinen bir yer. Sevimli avlusu sıradışı bir mekana geldiğinizin habercisi gibi. Ayasofya’nın küçük kardeşinin önünde göreceğiniz harabelerin Bizans deniz surlarının uzantısı olduğunu hatırlatıp gezimize başlayalım.


  1. yüzyılın başlarında, Bizans İmparatorluğu’nun en büyük isimlerinden biri olan Jüstinyen, amcası imparator Anastasios’a karşı isyanla suçlanır ve idamına karar verilir. İmparatorun rüyasına giren azizler Sergius ve Bakhüs yeğeninin hayatım bağışlamasını isterler. Jüstinyen tahta geçtiğinde ilk yaptırdığı kiliseyi, aynı zamanda askerlerin de koruyucusu Olduğuna inanılan bu azizlere adar.

Küçük Ayasofya


Sergius Bakhüs Kilisesi, Arasta Çarşısı’nın arkasından Marmara Denizi’ne uzanan Küçük Ayasofya Caddesi’nin sonunda yer alıyor. Etrafı boş bir arazinin ortasındaki binanın sık görülmeyen yuvarlağımsı şekli dikkatinizi çekecek. Jüstinyen’in Ayasofya’dan beş yıl önce, 527′ de yaptırdığı Küçük Ayasofya, İtalya’nın Ravenna şehrinde inşa ettirdiği San Vitale Kilisesi’ne de benziyor. XVI. Yüzyılda kilisenin bir minare ve avlunun etrafında yer alan odaların ev sahipliği yaptığı medresenin de eklenmesiyle camiye dönüştürülmüş. Bu çalışmayı yaptıran II. Bayezid devrinin Kapı Ağası Hüseyin Ağa bu caminin bitişiğindeki türbeye gömülmüş adı da medresede yaşar olmuş.


2006 yılında baştan aşağı restore edilen Küçük Ayasofya sonuçta eski çağlardan kalan paslarından kurtuldu ancak birçok restorasyonun ortak kaderini paylaştı; çeşitli çevrelerin eleştirilerine hedef olurken bazılarının da övgülerini de topladı.


Küçük Ayasofya’nın İç Görünümü


Kelimelerin kifayetsiz kaldığını ve yüreğinizden sessiz bir alkış koptuğunu hissedeceksiniz. Hüseyin Ağa’nın eklemelerinin bir parçası olan son cemaat yerinden dikdörtgen şeklindeki bir nartekse geçeceksiniz. Burası, İstanbul’da bir örneği daha bulunmayan ve belki de yapının en çarpıcı parçalarından biri olan iki katlı yüksek sıra sütunlar ile çevrelenmiş bir narteks.


Siyah, yeşil ve kırmızı mermerden yapılmış olan sütunların üstünde Bizanslıların adeta sepet gibi ördükleri sütun başlıkları kullanılmış. Nartekste ayrıca Jüstinyen ve karısı Theodora’nın kiliseyi Aziz Bakhüs’e değil Aziz Sergius’a adadığına dair ilginç bir yazıtı orta bölümü çevrelerken göreceksiniz.


Üst kattaki kolonları incelemek isterseniz girişin yanındaki merdivenlerden yukarı çıkın. Bu sayede kilisenin ihtişamlı görünümünü kuş bakışı seyredebilirsiniz. XVI. yüzyılda kilisenin camiye çevrilmesi sırasında binaya mihrap ve mimber eklenmiş. Nefin arkasına doğru, geçmişte vaftiz, Osmanlı döneminde de abdest almak için kullanılmış olan bir su tulumbası bulunuyor.


Hüseyin Ağa Medresesi


Kilise-camiyi gezmeyi bitirdikten sonra, medreseyi oluşturan odacıkları turlamakta fayda var; burada ebru çalışmaları, çiniler, kakma işli kutular ve Osmanlı tarzı minyatürler yapan sanatçıları görebilirsiniz. I Ofislerden biri günümüz Kazakistan’ında doğmuş ve Yeseviye Tarikatını kurmuş olan şair ve sufi Ahmet Yesevi’nin (1093-1166) öğretilerini! İçeren dergi ve kitapları da satıyor. Tam ortadaki küçük kafe ise hem soluklanmanız hem de güzellikleri beyninize nakşetmeniz için size zaman sağlama görevini üstlenmiş.


Jüstinyen Gerçekten de Büyük Mü?


İmparator Jüstinyen’den (483-565) genelde “Büyük” sıfatıyla bahsedilir ve Doğu Kilisesi’nde bir aziz olarak görülür. Dönemin tarihçisi Procopius ise “Gizli Tarih” isimli eserinde “insan formundaki şeytan” tanımlamasıyla çok farklı bir kişilik çiziyor Jüstinyen için… Onu kararsız, kötü, açgözlü ve karısının kölesi bir karakter olarak tanımlıyor. Eşi Theodora’ya layık gördüğü ise “aşağılık fahişe” tanımlaması. Jüstinyen’in Türkiye’de hiç mozaiği yok. Olanlar ikonoklast dönemde yok edilmiş.


Bukoleon Sarayı ve Çatladıkapı


Bizans imparatorluk saraylarından günümüze ulaşabilmiş nadir kalıntılardan biri de Ahırkapı sahilinde yer alan Bukoleon Sarayı Çatladıkapı’ya doğru yöneldiğinizde sarayın duvarlarını ve mermer pencere çerçevelerini göreceksiniz. V. yüzyıla dayanan tarihiyle saray, Büyük Saray’ın bir parçasıymış. İsminin sarayı süsleyen boğa (buko) ve arslan (leon) heykellerinden aldığı sanılıyor. İmparator Jüstinyen döneminde restore edilen saray, İmparator Theophilos’un IX. yüzyıldaki hükümdarlığı zamanında denize bakan balkonu eklenerek genişletilmiş.


Saray, 1204’teki IV. Haçlı Seferi sırasında Montferratlı Boniface tarafından ele geçirilmiş. Bizans monarşisi tarafından 1261 yılında restore edilen saray, zaman içinde gözden düşerken Ayvansaray’daki Blachemae Sarayı asillerin gözdesi haline gelmeye başlamış. Osmanlıların 1453’te İstanbul’u fethettiği dönemde tamamen bir harabeye dönmüş olan saray, 1873’te tren yolunun geçmesi üzerine kısmi olarak yıkılmış. Bukoleon Sarayı ile Küçük Ayasofya arasındaki Çatladıkapı’nın 1532’deki deprem sırasında hasar gördüğü için böyle adlandırıldığı söyleniyor. Bazı kaynaklar ise Fatih döneminde lakabı “Çatladı” olan birinden geldiğini belirtiyor.


 

11 Mart 2016 Cuma

Viyana Kuşatmasında Kat Edilen İlerleme

Viyana Çıkarmasında Düşman Hattında İlerleme


İslâm askeri, melun düşmana karşı altmış gün metrislerde ve toprağın altında top, tüfek, lağım, bomba ve taşla canını dişine takarak savaştı. Düşmanın tam gücü azalıp yorgun düştüğü sırada, Alman Kayzeriyle Polonya Kıralı iki yüz bin imansız askeriyle geldi. Hep zafere alışmış ordu içinde huzursuzluk doğuran ilk olay, Eğri Beylerbeyi Abaza Kör Hüseyin Paşa’nın Tuna’nın öte yakasında uğradığı yenilgi oldu. Kalenin kuşatılmasıyla bu kadar uzun zaman var güçle uğraşıldıktan sonra, imdat ordusu geliyor diye metrislerin boşaltılması istenmedi. Birkaç bin savaşçı açık arazide savaşa girerse, düşmana dünyanın zindan edileceği düşüncesine saplanıldı. Bütün savaş gücünü bir araya toplamamak gibi ağır bir kusur işlendi.


Bu konuda şu tedbirlerin alınması gerekirdi:


Düşman ordusunun sayıca üstünlüğü duyulup iyice anlaşıldıktan sonra, her ihtimale karşı emniyet tedbiri olarak birkaç bin asker metrislerde bırakılmalı, geri kalan bütün savaş birlikleri dışarı çekilmeliydi. Yayaları siperlere koyup, arkasına balyemez ve şahı toplarını yerleştirmek, süvarileri hazırda tutmak gerekirdi. O zaman düşman bir süvari hücumu menziline gelinceye kadar beklenir; daha yaklaştığı zaman da top ve tüfek ateşine tutulur, gerekirse süvariler hücuma kaldırılırdı. Ancak, herkesin dilediği gibi dövüşmesine de izin verilmemeliydi.


Özellikle, rüzgâr hızında at koşturan Tatarlara, düşmanı gerilerden rahatsız etmek görevi verilmeliydi. Çünkü Tatarlardan düzenli bir meydan savaşında düşmanla yüz yüze dövüşmek beklenemezdi. Özellikle, bu sefere katılan Tatarların Allah’ın kendilerine nasip ettiği tutsakların çokluğu ve ganimetlerin bolluğu yüzünden yükleri ağırlaşmış ve hareket yetenekleri kısılmış durumdaydı. Düşmanla savaşmaları ve her hangi bir direnme göstermeleri imkânsızdı.


Hanları olan hergele ise, tıpkı askerleri gibi davrandı ve hak dini uğruna en küçük bir gayret dahi göstermedi. İslâm ordusunun kendisine her zaman yapmış olduğu yardımları hatırına bile getirmediği gibi, Müslümanların hükümdarına karşı yükümlü olduğu müttefiklik görevini de unuttu.


Düşman Ülkesinde İlerleme Devam Ediyor


Süvari askerini meydan savaşında taşıyacak olan atlar, iki aydan beri doğru dürüst arpa yüzü görmemişti. Bu yüzden öyle zayıflamış, öyle güçten düşmüşlerdi ki, sipahilerle öteki süvariler bu hayvanların üzerinde savaşa etkili olabilecek bir hücuma geçecek durumda değillerdi.


Genel gelir defterdarının savaş birliklerinin beslenmesi konusunu sıkı bir gözetim altına alması ve fazla erzakı zamanı gelince kullanmak üzere saklaması gerekirdi. Her şeyden Önemli olan bu tedbirin, sefere çıkılmadan ve hele savaş bölgesine girilmezden önce alınması şarttı. Düşman ülkesinde birkaç konak ilerlendikten sonra erzak işini çözümlemek güçleşir ve bu görevle yükümlü olanlar, işlerini zamanında yapamayacaklarından sonunda hakarete, küfüre katlanmak zorunda kalırlar. Din ve devlet işlerinin yürütülmesinde bu nokta, olağanüstü önemdedir. Bu savaşta birliklerin büyük kısmının işe yaramaz hale düşmesi, atlarına yem bulmakta çektikleri sıkıntıdan ileri gelmiştir.