Fikret Adil, Asmalımescit 74 isimli kitabında 1930’lu yılların Asmalımescit’ini şöyle anlatır: “Macera peşinde vatanını bırakan, hudut dışına atılan, yayan devri aleme çıkan ecnebiler ve barlarda çalışan bütün artistler Asmalımescitf te otururlar. Dünyanın her köşesinden gelmiş, ekserisinin milliyetleri ancak pasaportlarında -eğer varsa- yazılı bu insanların etrafında, gene ecnebi, fakat en aşağı yirmi yıldır Asmalımescit’e yerleşmiş bir grup daha vardır. Bunlar artist acenteliği, tefecilik, pansiyonculuk ve tellallıkla geçinirler, her lisanı konuşurlar, hiçbirisini okuyup yazamazlar, Türkçe imzalarını atmayı bilirler ve zabıtadan tanıdıkları çoktur.
Marsilyalı bir ‘souteneur’, Napolili bir “lazzarone’, Şikagolu bir ‘gangster’ kendini Asmalımescit’te yabancı saymaz. Buranın hususiyetini, güneş görmeyen, dolambaçlı, rutubetli, her köşebaşı amonyak kokusu neşreden sokaklara açılan demir kapılı, demir kepenk ve parmaklıklı pencereleriyle bu müteaffin havayı teneffüs etmeye hazırlanan karanlık evlerin sakinleri tamamlar.
Odalardaki çiçekler, saksıları içerisinden pencerelere doğru zayıf dallarını uzatmaya çalışırlar, yirmi beş mumluğu geçmeyen elektrik lambaları küvetlerdeki suların pisliklerini göstermezler ve insan eğer bu evlerden birisinde oturursa geceleri uyuyamaz, çünkü Asmalımescit’in nabızları gibi, mütemadi topuk sesleri, sofalarda, bitişik evlerde dolaşır, her an odanızın önünde birinin nefes aldığını zannedersiniz. Sabaha karşı da uyumak kabil değildin Bu saatlerde artistler işlerinden dönerler, ekserisi içmiş olduğu için yüksek sesle konuşurlar, beraberlerinde getirdikleri adamlarla Vaha içelim, yatmayalım’ diye münakaşa ederler, gramofon çalarlar. Bütün bunlara, sokaktan geçmeye başlayan simitçi, zerzevatçı, sütçü naraları, tramvay dan-danlan karışır. Âsmalımescit’te insan, ancak oraya yerleştikten bir hafta sonra ve sabah sekiz ile on altı arası uyuyabilir. ”
Bir zamanlar varlıklı Levanten ailelerin oturduğu sokağın eski görüntüsünden artık eser yok. Sokağın sonlarına doğru İstanbul’un eski lokantalarından Yakup 2 bulunuyor. Yakup’un yerinde Alman Kohut’un işlettiği Kohut Lokantası vardı. Lokantası iyi iş tutan Ko-hut, üeride göreceğimiz, yine kendi adını taşıyan otelini açtı. Hemen yanında ise Maltalı Lewis Mizzi’nin sahibi olduğu, bir dönemin yüksek tirajlı Levanten gazetelerinden The Levant Herald’m yayımlandığı yer bulunuyor. Köşede, önünde bir de türbe bulunan binanın eski sakini Donizetti Paşa’ydı. Donizetti Paşa’dan ve yaptıklarından kısaca bahsedelim.
Sultan II. Mahmud 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırarak yeni bir ordu kurduğunda orduda Avrupa devlederindeki örnekleri gibi bando olmasını da istemişti. Yapılan girişimler sonucunda, daha önce Napolyon’un ordusuyla birçok savaşa katılmış ve Avrupa’nın her yerine gitmiş olan bir bando şefi bulundu. Şef öyle bir şefti ki, Napolyon’u Elbe Adası’ndaki yüz günlük sürgününde ve Waterloo Savaşı’ndaki yenilgisinde bile yalnız bırakmamıştı. Donizetti Paşa ya da gerçek adıyla Giuseppe Donizetti, 1828’de II. Mahmud döneminde İstanbul’a gelerek sultanın huzuruna çıktı. Beş altı ay gibi kısa bir sürede saray bandosu Mızıkayı Hümayun’u kurdu. Sultan Mahmud’un oğlu Abdülmecid’in tahta çıktığı günlerde bestelediği Mecidiye Marşı yıllarca milli marş olarak kullanıldı. Bu marştan dolayı Sultan Abdülmecid, Donizetti’yi üzeri elmaslarla işli ve tuğralı bir tütün tabakasıyla ödüllendirdi. Daha sonra miralaylığa yükselen Donizetti’ye miralaylık nişanı ve işlemeli bir kılıçla birlikte paşa unvanı verildi. Aldığı ödüller arasında Sardunya Kralı’mn onur nişanı ve Fransız Hükümeti’nin ünlü “Legion d’Honneur” (lejyon donör) nişanı da vardı. Yaşlılığında bir süre de emprezaryoluk yapan Doni-zetti Paşa, Şubat 1856’da İstanbul’da öldüğünde kendisi için büyük bir tören düzenlenerek Harbiye’deki Saint-Esprit Katedrali’ne gömüldü. Mezarı halen (bugün Nötre Dame de Sion Lisesi’nin bahçesinde yer alan) katedralin bodrum katindadır. Ağabeyinden yirmi sekiz yıl boyunca ayrı kalan kardeşi büyük opera bestecisi Gaetano Donizetti, kendisinden “II Turco” diye söz ediyordu.
Donizetti’yi de andıktan sonra, Asmalımescit Sokak’tan geri dönelim ve Sofyalı Sokak’a saparak derleyelim. Sokaktaki meyhaneler arasında tarihe mal olmuş bir tanesi var: “Refik” Adını kurucusu Re- . fık Arslan’dan alan meyhane tam elli bir yıldır aynı yerde hizmet veriyor. Meyhanenin ilginç bir kuruluş öyküsü var. Rize’nin Hemşin ü-çesinde ustalık yapan Ali Aslan’ın Refik, Memiş, Niyazi ve Aslan isminde dört oğlu varmış. Bunlardan Memiş dışındaki üçü ekmek parası için 1938 yılında İstanbul’a gelmiş. Üç kardeşten Refik o dönemin ünlü Alman lokantası Fischer’de çalışmaya başlamış ve orada mezeciliği öğrenmiş. 1954 yılında açtığı lokantasma da kendi adını vermiş. Refik, özellikle Rum meyhanecilerin yanında çalıştığı için meyhane kültürünü kapmıştı. Balık yemekleri ve mezeleri her zaman bir numara olmuştur. Herkes kendi ekmeğini kendisi keser, ne yemek istiyorsa tezgahtan alır, çıkarken de hesaplayıp öder. Türkiye’nin son elli yılının sanat ve edebiyat dünyasına ışık tutan lokantanın masalarından Edip Cansever, Türgut Uyar, Aydın Boysan, Burhan Uyar, Selahattin Giz, Abidin Dino ve daha birçok tanınmış aydm geçti…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder