16 Mart 2016 Çarşamba

Jüstinyen’in Eserlerinden Biri “Küçük Ayasofya”

Sultanahmet Camii’ne kısa bir yürüme mesafesinde bir VI. Yüzyıl eseri, buna rağmen az bilinen bir yer. Sevimli avlusu sıradışı bir mekana geldiğinizin habercisi gibi. Ayasofya’nın küçük kardeşinin önünde göreceğiniz harabelerin Bizans deniz surlarının uzantısı olduğunu hatırlatıp gezimize başlayalım.


  1. yüzyılın başlarında, Bizans İmparatorluğu’nun en büyük isimlerinden biri olan Jüstinyen, amcası imparator Anastasios’a karşı isyanla suçlanır ve idamına karar verilir. İmparatorun rüyasına giren azizler Sergius ve Bakhüs yeğeninin hayatım bağışlamasını isterler. Jüstinyen tahta geçtiğinde ilk yaptırdığı kiliseyi, aynı zamanda askerlerin de koruyucusu Olduğuna inanılan bu azizlere adar.

Küçük Ayasofya


Sergius Bakhüs Kilisesi, Arasta Çarşısı’nın arkasından Marmara Denizi’ne uzanan Küçük Ayasofya Caddesi’nin sonunda yer alıyor. Etrafı boş bir arazinin ortasındaki binanın sık görülmeyen yuvarlağımsı şekli dikkatinizi çekecek. Jüstinyen’in Ayasofya’dan beş yıl önce, 527′ de yaptırdığı Küçük Ayasofya, İtalya’nın Ravenna şehrinde inşa ettirdiği San Vitale Kilisesi’ne de benziyor. XVI. Yüzyılda kilisenin bir minare ve avlunun etrafında yer alan odaların ev sahipliği yaptığı medresenin de eklenmesiyle camiye dönüştürülmüş. Bu çalışmayı yaptıran II. Bayezid devrinin Kapı Ağası Hüseyin Ağa bu caminin bitişiğindeki türbeye gömülmüş adı da medresede yaşar olmuş.


2006 yılında baştan aşağı restore edilen Küçük Ayasofya sonuçta eski çağlardan kalan paslarından kurtuldu ancak birçok restorasyonun ortak kaderini paylaştı; çeşitli çevrelerin eleştirilerine hedef olurken bazılarının da övgülerini de topladı.


Küçük Ayasofya’nın İç Görünümü


Kelimelerin kifayetsiz kaldığını ve yüreğinizden sessiz bir alkış koptuğunu hissedeceksiniz. Hüseyin Ağa’nın eklemelerinin bir parçası olan son cemaat yerinden dikdörtgen şeklindeki bir nartekse geçeceksiniz. Burası, İstanbul’da bir örneği daha bulunmayan ve belki de yapının en çarpıcı parçalarından biri olan iki katlı yüksek sıra sütunlar ile çevrelenmiş bir narteks.


Siyah, yeşil ve kırmızı mermerden yapılmış olan sütunların üstünde Bizanslıların adeta sepet gibi ördükleri sütun başlıkları kullanılmış. Nartekste ayrıca Jüstinyen ve karısı Theodora’nın kiliseyi Aziz Bakhüs’e değil Aziz Sergius’a adadığına dair ilginç bir yazıtı orta bölümü çevrelerken göreceksiniz.


Üst kattaki kolonları incelemek isterseniz girişin yanındaki merdivenlerden yukarı çıkın. Bu sayede kilisenin ihtişamlı görünümünü kuş bakışı seyredebilirsiniz. XVI. yüzyılda kilisenin camiye çevrilmesi sırasında binaya mihrap ve mimber eklenmiş. Nefin arkasına doğru, geçmişte vaftiz, Osmanlı döneminde de abdest almak için kullanılmış olan bir su tulumbası bulunuyor.


Hüseyin Ağa Medresesi


Kilise-camiyi gezmeyi bitirdikten sonra, medreseyi oluşturan odacıkları turlamakta fayda var; burada ebru çalışmaları, çiniler, kakma işli kutular ve Osmanlı tarzı minyatürler yapan sanatçıları görebilirsiniz. I Ofislerden biri günümüz Kazakistan’ında doğmuş ve Yeseviye Tarikatını kurmuş olan şair ve sufi Ahmet Yesevi’nin (1093-1166) öğretilerini! İçeren dergi ve kitapları da satıyor. Tam ortadaki küçük kafe ise hem soluklanmanız hem de güzellikleri beyninize nakşetmeniz için size zaman sağlama görevini üstlenmiş.


Jüstinyen Gerçekten de Büyük Mü?


İmparator Jüstinyen’den (483-565) genelde “Büyük” sıfatıyla bahsedilir ve Doğu Kilisesi’nde bir aziz olarak görülür. Dönemin tarihçisi Procopius ise “Gizli Tarih” isimli eserinde “insan formundaki şeytan” tanımlamasıyla çok farklı bir kişilik çiziyor Jüstinyen için… Onu kararsız, kötü, açgözlü ve karısının kölesi bir karakter olarak tanımlıyor. Eşi Theodora’ya layık gördüğü ise “aşağılık fahişe” tanımlaması. Jüstinyen’in Türkiye’de hiç mozaiği yok. Olanlar ikonoklast dönemde yok edilmiş.


Bukoleon Sarayı ve Çatladıkapı


Bizans imparatorluk saraylarından günümüze ulaşabilmiş nadir kalıntılardan biri de Ahırkapı sahilinde yer alan Bukoleon Sarayı Çatladıkapı’ya doğru yöneldiğinizde sarayın duvarlarını ve mermer pencere çerçevelerini göreceksiniz. V. yüzyıla dayanan tarihiyle saray, Büyük Saray’ın bir parçasıymış. İsminin sarayı süsleyen boğa (buko) ve arslan (leon) heykellerinden aldığı sanılıyor. İmparator Jüstinyen döneminde restore edilen saray, İmparator Theophilos’un IX. yüzyıldaki hükümdarlığı zamanında denize bakan balkonu eklenerek genişletilmiş.


Saray, 1204’teki IV. Haçlı Seferi sırasında Montferratlı Boniface tarafından ele geçirilmiş. Bizans monarşisi tarafından 1261 yılında restore edilen saray, zaman içinde gözden düşerken Ayvansaray’daki Blachemae Sarayı asillerin gözdesi haline gelmeye başlamış. Osmanlıların 1453’te İstanbul’u fethettiği dönemde tamamen bir harabeye dönmüş olan saray, 1873’te tren yolunun geçmesi üzerine kısmi olarak yıkılmış. Bukoleon Sarayı ile Küçük Ayasofya arasındaki Çatladıkapı’nın 1532’deki deprem sırasında hasar gördüğü için böyle adlandırıldığı söyleniyor. Bazı kaynaklar ise Fatih döneminde lakabı “Çatladı” olan birinden geldiğini belirtiyor.


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder