27 Mart 2016 Pazar

Tarihi Osmaniye’den Günümüze Gelen Tarihe Işık Tutan Bir Gezi

İstiklal caddesinde yol alırken Tünel üzerinde, Tütüncü Çıkmazı’nın yanında Hotel Metropolden kalma işlemeli bir kapı bulunuyor. Bir zamanlar bu kapının ardında, 1895’te İstanbul’da ilk sinema gösteriminin yapıldığı Sponek (Sponeck) isimli birahane vardı. Kapının hemen yanında 1893 yılında yapılan ve 1993’te ciddi bir restorasyon geçiren Aznavur Pasajı’m görüyoruz. Mısır Apartmanı’nın mimarı Hovsep Aznavuryan tarafından yapılan pasajın Meşrutiyet Caddesi’ne çıkan bir kapısı daha vardı, ancak bu kapı restorasyon sırasında, muhtemelen yer kazanma düşüncesiyle kapatıldı. 1870’lerde Aznavur Pasajı’nda saatçi Mihal Zapontis’in, kunduracı Konstantin Vitalis’in, müzik aletleri satan Konstantin Nomismatidis’in dükkanları, Emanuel Kuzuris’in kafesi ve Andrea’nın Cafe Commerce’i vardı. İçinde bir de bilardo salonu olan Cafe Commerce, Servet-i Fünunculann rağbet ettiği bir mekandı. Aznavur Pasajı’nın içi, 1980’lerin sonunda yıkılarak yeniden inşa edildi.


Aznavur Pasajı’ndan hemen iki adım ilerideki dar aralıktan, yeni adı Danışman Geçidi olan Hazzopulo (Hacopoulo) Pasajı’na girelim. 1871’de açılan pasaj, adını ilk sahibi ünlü Rum tüccar Hazzopulo’dan alıyor. Pasaj, yapıldığı günden beri iplikçi, ibrişimci, düğmeci, şapkacı ve terzileri bir arada bulunduruyor. Yapıldığı yıllarda, üst katlan konut olarak kullanılan pasajda Ahmed Mithad Efendi matbaası vardı. Namık Kemal’in İbret gazetesi de bu matbaada basılırdı. Dolayısıyla Hacopoulo Pasajı, bir dönem Jön Türklerin buluşma yeri olmuştu.


1870-1880’li yıllarda; Kuaför Valentin Kardeşler, halıcı Filipoviç, Carmelo Patitucci ve Matzurdelli Kuaför Salonları, Braun Kardeşler, Matmazel Akitodores ve Singrus’lar, görkemli lokanta ve meyhanesiyle Kamelos, Paris somya ve karyolalarının satışmı yapan Neyrat, Pera’nın güzel hanımlarına hizmet veren Matmazel Adel, Heral Usta’nm Büyük Lüks Kundura Mağazası, kadm iç çamaşırları satan Madam Eitenne Touzet, erkek terzilerinden Foskolo, Armao, Barbagalo ve Marengo da uzun bir süre bu pasajm saygm şahsiyetleri arasında yerlerini almışlardı.


Pasajda bulunan Dikran Çuhacıyan’ın opera tiyatrosu ve Adam Musiki Mağazası geçen yüzyıl sonunda Pera’nın önemli kültür merkezleriydi. Ünlü fotoğrafçı Ara Güler’in babası Dacat Güler’in eczanesi de bu pasajda 38 numaradaydı. Şapkacı Madam Katya hâlâ burada…


İstanbul’un 1453’te Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedilmesiyle Bizans tarihe gömülmüştü. Ancak Bizans’ın kültürel etkisi devam etti. İstanbul, Osmanlı başkenti olduğunda kentte önemli bir Rum nüfusu bulunmaktaydı. Rumlar nüfusça en kalabalık gayrimüslim topluluktu. Patrikhane çatısı altında örgütlenen İstanbul’daki Rum cemaati Bizans mimarisi ve sanatını kiliselerinde devam ettirdiler. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun belirlediği kurallar çerçevesinde inşa ettikleri kiliselerde “hem Bizans hem Osmanlı, ne Bizans ne Osmanlı” diye adlandırılabilecek bir biçim ortaya çıktı.


Günümüzde İstanbul’da doksan bir Rum Ortodoks Kilisesi bulunuyor. Bunlardan seksen dördü Fener’deki Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne, üçü Kudüs Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne, biri Sîna Başpiskoposluğu’na, üçü de Türk Ortodoks Başpiskoposluğu’na bağlı. Bugün bu doksan bir kilise adeta zamana karşı direniyor. Çünkü bir zamanlar İstanbul mozaiğinin bir parçası olan ve sayhan yüz binlerle ifade edilen İstanbul Rumlanndan sadece 1500-2000 kişi kaldı. Beyoğlu’nda göreceğimiz iki Rum Ortodoks kilisesinden ilki Aya Panayia İsodion.


Hacopoulo Pasajı’ndan demir kapıyı geçerek kilisenin bulunduğu alana çıkabiliriz. Meryem, Doğu kiliselerinde “Panayia” olarak adlandırılıyor. “Panayia isodion” ise Meryem’in kutsal tapmağa sunuluşunu ifade ediyor. Aya Panayia Rum cemaatinin önemli ve de ilginç kiliselerinden birisi. Rum kiliselerinde pek rastlanmayan çan kulesi Aya Panayia’da görünüyor.


Sadece pazar sabahları ve özel günlerde ibadete açılan kilisenin bahçesinde bir de küçük ayazma bulunuyor. Dışandan çok gösterişli olmadığı sanılabilir, ancak kilisenin içi dini öğeleri konu alan etkileyici resimlerle kaplı. Kilisenin arkasından Meşrutiyet Caddesi’ne bir geçiş var. Biz o tarafa gitmiyor, kilisenin ön tarafındaki merdivenlerden aşağıya inip sağa dönüyoruz ve İstanbul’un yemek kültüründe önemli bir yeri olan Rejans Lokantası’nın önüne geliyoruz.


 


 

26 Mart 2016 Cumartesi

Asmalımescit

Fikret Adil, Asmalımescit 74 isimli kitabında 1930’lu yılların Asmalımescit’ini şöyle anlatır: “Macera peşinde vatanını bırakan, hudut dışına atılan, yayan devri aleme çıkan ecnebiler ve barlarda çalışan bütün artistler Asmalımescitf te otururlar. Dünyanın her köşesinden gelmiş, ekserisinin milliyetleri ancak pasaportlarında -eğer varsa- yazılı bu insanların etrafında, gene ecnebi, fakat en aşağı yirmi yıldır Asmalımescit’e yerleşmiş bir grup daha vardır. Bunlar artist acenteliği, tefecilik, pansiyonculuk ve tellallıkla geçinirler, her lisanı konuşurlar, hiçbirisini okuyup yazamazlar, Türkçe imzalarını atmayı bilirler ve zabıtadan tanıdıkları çoktur.

Marsilyalı bir ‘souteneur’, Napolili bir “lazzarone’, Şikagolu bir ‘gangster’ kendini Asmalımescit’te yabancı saymaz. Buranın hususiyetini, güneş görmeyen, dolambaçlı, rutubetli, her köşebaşı amonyak kokusu neşreden sokaklara açılan demir kapılı, demir kepenk ve parmaklıklı pencereleriyle bu müteaffin havayı teneffüs etmeye hazırlanan karanlık evlerin sakinleri tamamlar.

Odalardaki çiçekler, saksıları içerisinden pencerelere doğru zayıf dallarını uzatmaya çalışırlar, yirmi beş mumluğu geçmeyen elektrik lambaları küvetlerdeki suların pisliklerini göstermezler ve insan eğer bu evlerden birisinde oturursa geceleri uyuyamaz, çünkü Asmalımescit’in nabızları gibi, mütemadi topuk sesleri, sofalarda, bitişik evlerde dolaşır, her an odanızın önünde birinin nefes aldığını zannedersiniz. Sabaha karşı da uyumak kabil değildin Bu saatlerde artistler işlerinden dönerler, ekserisi içmiş olduğu için yüksek sesle konuşurlar, beraberlerinde getirdikleri adamlarla Vaha içelim, yatmayalım’ diye münakaşa ederler, gramofon çalarlar. Bütün bunlara, sokaktan geçmeye başlayan simitçi, zerzevatçı, sütçü naraları, tramvay dan-danlan karışır. Âsmalımescit’te insan, ancak oraya yerleştikten bir hafta sonra ve sabah sekiz ile on altı arası uyuyabilir. ”

Bir zamanlar varlıklı Levanten ailelerin oturduğu sokağın eski görüntüsünden artık eser yok. Sokağın sonlarına doğru İstanbul’un eski lokantalarından Yakup 2 bulunuyor. Yakup’un yerinde Alman Kohut’un işlettiği Kohut Lokantası vardı. Lokantası iyi iş tutan Ko-hut, üeride göreceğimiz, yine kendi adını taşıyan otelini açtı. Hemen yanında ise Maltalı Lewis Mizzi’nin sahibi olduğu, bir dönemin yüksek tirajlı Levanten gazetelerinden The Levant Herald’m yayımlandığı yer bulunuyor. Köşede, önünde bir de türbe bulunan binanın eski sakini Donizetti Paşa’ydı. Donizetti Paşa’dan ve yaptıklarından kısaca bahsedelim.

Sultan II. Mahmud 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırarak yeni bir ordu kurduğunda orduda Avrupa devlederindeki örnekleri gibi bando olmasını da istemişti. Yapılan girişimler sonucunda, daha önce Napolyon’un ordusuyla birçok savaşa katılmış ve Avrupa’nın her yerine gitmiş olan bir bando şefi bulundu. Şef öyle bir şefti ki, Napolyon’u Elbe Adası’ndaki yüz günlük sürgününde ve Waterloo Savaşı’ndaki yenilgisinde bile yalnız bırakmamıştı. Donizetti Paşa ya da gerçek adıyla Giuseppe Donizetti, 1828’de II. Mahmud döneminde İstanbul’a gelerek sultanın huzuruna çıktı. Beş altı ay gibi kısa bir sürede saray bandosu Mızıkayı Hümayun’u kurdu. Sultan Mahmud’un oğlu Abdülmecid’in tahta çıktığı günlerde bestelediği Mecidiye Marşı yıllarca milli marş olarak kullanıldı. Bu marştan dolayı Sultan Abdülmecid, Donizetti’yi üzeri elmaslarla işli ve tuğralı bir tütün tabakasıyla ödüllendirdi. Daha sonra miralaylığa yükselen Donizetti’ye miralaylık nişanı ve işlemeli bir kılıçla birlikte paşa unvanı verildi. Aldığı ödüller arasında Sardunya Kralı’mn onur nişanı ve Fransız Hükümeti’nin ünlü “Legion d’Honneur” (lejyon donör) nişanı da vardı. Yaşlılığında bir süre de emprezaryoluk yapan Doni-zetti Paşa, Şubat 1856’da İstanbul’da öldüğünde kendisi için büyük bir tören düzenlenerek Harbiye’deki Saint-Esprit Katedrali’ne gömüldü. Mezarı halen (bugün Nötre Dame de Sion Lisesi’nin bahçesinde yer alan) katedralin bodrum katindadır. Ağabeyinden yirmi sekiz yıl boyunca ayrı kalan kardeşi büyük opera bestecisi Gaetano Donizetti, kendisinden “II Turco” diye söz ediyordu.

Donizetti’yi de andıktan sonra, Asmalımescit Sokak’tan geri dönelim ve Sofyalı Sokak’a saparak derleyelim. Sokaktaki meyhaneler arasında tarihe mal olmuş bir tanesi var: “Refik” Adını kurucusu Re- . fık Arslan’dan alan meyhane tam elli bir yıldır aynı yerde hizmet veriyor. Meyhanenin ilginç bir kuruluş öyküsü var. Rize’nin Hemşin ü-çesinde ustalık yapan Ali Aslan’ın Refik, Memiş, Niyazi ve Aslan isminde dört oğlu varmış. Bunlardan Memiş dışındaki üçü ekmek parası için 1938 yılında İstanbul’a gelmiş. Üç kardeşten Refik o dönemin ünlü Alman lokantası Fischer’de çalışmaya başlamış ve orada mezeciliği öğrenmiş. 1954 yılında açtığı lokantasma da kendi adını vermiş. Refik, özellikle Rum meyhanecilerin yanında çalıştığı için meyhane kültürünü kapmıştı. Balık yemekleri ve mezeleri her zaman bir numara olmuştur. Herkes kendi ekmeğini kendisi keser, ne yemek istiyorsa tezgahtan alır, çıkarken de hesaplayıp öder. Türkiye’nin son elli yılının sanat ve edebiyat dünyasına ışık tutan lokantanın masalarından Edip Cansever, Türgut Uyar, Aydın Boysan, Burhan Uyar, Selahattin Giz, Abidin Dino ve daha birçok tanınmış aydm geçti…

22 Mart 2016 Salı

Fransız Sokağı Turu

On sekizinci yüzyıla gelindiğinde Batıklar, zayıflayan Osmanlı İmparatorluğundan istedikleri ayrıcalıkları tek tek elde ederlerken koca imparatorluğa baş eğmek düşmüştü. Frenkçe “baş eğmek” anlamına gelen “caputile” sözcüğünden ortaya çıkan kapitülasyonlar dilimize böyle-ce girmiş oldu. Kapitülasyonlar tanınan ticari veya siyasi ayrıcalıklardan ibaret değildi. Batılı devletler kendi mahkemelerini de kurma ve kendi vatandaşlarını bu mahkemelerde yargılama hakkını elde etmişlerdi. Meydanın solundaki küçük bina bir dönem Fransa’nın mahkeme olarak kullandığı Palais de Justice. Biraz dikkatli bakıldığında binadaki ilginçlik, daha doğrusu bir hata dikkatimizi çekiyor.


Binanın üst kısmında sırasıyla “kraliyet”, “adalet” ve “güç” anlamına gelen “Loi”, “Justice”, “Force” sözcüklerinden “Loi” ile “Justice” 1831 yangınının ardından yapılan restorasyon esnasında dikkatsizlik sonucu yanlış simgelerle eşleştirilmiş.


Fransız mahkemesinin yanındaysa bir dönem elçilik binası olan, bugünse konsolosluk rezidansı ve Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nü barındıran Palais de France’ı (Fransız Sarayı) görüyoruz. Saraydan önce bu geniş arazide Osmanlı astronomu Takiyeddin’in rasathanesi bulunuyordu. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlılar Fransızlarla oldukça iyi ilişkiler kurmuş ve Fransızlara elçilik açma izni vermişlerdi. İşte Kanuni’nin Fransızlara hediye ettiği bu geniş araziye 1581’de Fransız Sarayı yapıldı. Fransızlar yurtdışında ilk elçiliklerini Osmanlı topraklarında açmışlardı.


Fransız Elçiliği, Venedik balyosu ve Ceneviz podestasını saymazsak aynı zamanda Osmanlı topraklarındaki ilk elçilik binasıydı. İlk Fransız elçisi Jean de la Forest’di. Ancak, Fransız Sarayı 1831 yangınında tamamen yandı. Yangının ardından 1839’da Parisli mimar Pierre Leonard Laurecisque tarafından yeniden inşa edilen bugünkü sarayın giriş kapısı Polonya Sokağı’na alındı. Dönemin birçok binasında olduğu gibi Fransız Sarayı’nda da Malta taşı kullanılmıştı. Çünkü bu malzeme hafifti ve üstelik en önemlisi yangına dayanıklıydı. Günümüzde de içi oldukça iyi korunmuş bina, Fransızların gösterişini ve inceliğini ispat eder. Sarayın yapıldığı dönemin Fransız Kralı Louis Philippe’in adının baş harfleri olan “L” ve “P” inisyalleri binanın bahçeye bakan cephesindeki alınlığında görünüyor. Sarayın duvarlarını goblen tablolar, gravürler, fermanlar, kral ve sultan portreleri, salonlannıysa Aubusser halıları, Sevres vazoları, mermer sütun ve heykelcikler süslüyor.


Fransız sefaretinin Beyoğlu’na yerleşmesinden sonra sırasıyla bütün devletler elçüiklerini bu bölgeye taşıdılar. Yüzyıllar boyunca Beyoğlu, diplomasinin kalbi oldu. Osmanlı’mn sona ermesi ve Cumhuriyet’in ilanıyla yeni başkent olarak Ankara seçildi. Devletler bu güzel bölgeyi bırakıp 1920’lerin Türkiye’sinde bir köy görünümünde olan yeni başkente gitme konusunda çok isteksizdiler. Bu nedenle, bazı Batılı devletler uzun yıllar elçilik binalarını bu bölgede bulundurmaya devam ettiler, ancak daha sonra Beyoğlu’ndaki tüm elçilikler konsolosluğa dönüştü.


Fransız ve İtalyan esintileriyle dolu bu hoş alanı yavaş yavaş geride bırakarak, köşedeki harabe binanın yanındaki sokağa sapıyoruz. Sokağın sonundan sağa dirsek yapar yapmaz sol taraftaki duvarın üzerinde Gül Baha’nın türbesini görüyoruz. Gül Baha’dan ileride bahsedeceğiz. Türbesinden devam ettiğimizde Yeni Çarşı Caddesi’ne çıkıyoruz. Bu caddenin iki tarafı da geçen yüzyıl başından kalma, kısmen korunmuş evlerle dolu. Bu evler, genellikle Pera’da çalışan, orta sınıf Levanten, gayrimüslim ve Musevilere aitti. Cadde ileride, Boğazkesen Caddesi adını alıyor. Boğazkesen Caddesi’nden aşağıya doğru indiğimizde de, adından da anlaşıldığı gibi boğaz kıyısına, Tophane’ye ulaşabiliriz. Ancak dik yokuştan yukarıya doğru çıkıyoruz ve Nuru-ziya Sokağı’nın girişine ulaşıyoruz. Nuruziya’ya sapmaz da karşıdaki araya girersek Fransız Sokağı’na gidebiliriz. Fransız Sokağı’ndaki Neo-klasik binaların tümü hayatının yirmi yılını İstanbul’da geçirerek Karaköy ve Eminönü Rıhtımları’nı da inşa eden Fransız Marius Michel tarafından yapıldı. Çoğunluğu Sakızlı Rumlar olan sokağın sakinleri arasında; yedi kuşak saray mimarı olan Balyan Ailesi’nin Dolma-bahçe Sarayı’nın kartonpiyerlerini yapmaları için İtalya’dan getirttiği Genevesi Ailesi, Fransız portre ressamı ve ağaç oyma süsleme sanatçısı Albert Mille, ressam Matteo da vardı.


Önce, Cezayir olan sokağın adı adeta hakaret edercesine Fransız Sokağı olarak değiştirildi. Sonra da Beyoğlu’nun kimliğine son derece aykırı, gayet yapay bir sözüm ona kültür-sanat-eğlence ortamı yaratıldı.


 


 

19 Mart 2016 Cumartesi

Viyana Kuşatmasında Gelişmelerden Yansıyanlar

Askerlerin Konuşlandırılması


Sadrazam metrisleri terk ettikten sonra asaletli Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa ve asaletli Vezir Kara Mehmed Paşa ile Deli Bekir Paşa, Binamaz Halil Paşa, sipahi ve silahtar ağaları, cebecibaşı, topçu başı, Sadrazamın otağına geldiler. Burda bir saat süren bir toplantı yapıldı.


Din düşmanının yaklaşması halinde metrislerdeki askerin olduğu gibi yerinde bırakılması, bütün paşaların kendi kapıları ve vilâyetlerinin” atlı birlikleriyle gâvura karşı çıkıp savaşa girmeleri konusunda tam bir anlaşmaya varıldı. Herkeste yaygın olan inanış, Allah’ın yardımıyla düşmanın püskürtülüp bozguna uğratılacağı, böylece kalenin de rahatça ele geçirileceği yolundaydı. Toplantıdan sonra adı geçen kumandanlar otağı terk ettiler. Kara Mehmed Paşa, Bekir Paşa, Halil Paşa, Sipahi ve silahtar ağalarıyla cebecibaşı; Sadrazamın kethüdasının çadırında bir süre daha kaldılar.


Bir süre sonra, gâvurların yürüyüş yolunu sağdan ve soldan incelemek üzere Sadrazam atına bindi; yukarda sözü edilen kılavuzlarla birlikte yola çıktı. Gâvurların gelmeleri beklenen yolları gözden geçirip tekrar geriye döndü.


Kara Mehmed Paşa, Serasker İbrahim Paşa, Bekir Paşa, Halil Paşa ve İslâm ordusunu korumakla görevli öteki kumandanlar orduyu hümayunun çevresin de yer alıp, çadırlarını ırmak kıyısından Hüseyin Paşanın bulunduğu yere kadar uzanan alanın içine kurdurdular.


İkindiye doğru kudretli Tatar Hanı geldi. Üç saat süreyle genel durumun ayrıntıları hakkında konuşulup savaş ve döğüş için gerekli tedbirler tartışıldı. Birlikte yemek yendikten sonra Tatar Hanına çok ince bir kumaş üzerine samur kürk geçirilmiş bir kaftan ihsan edildi. Bundan sonra da Han, kendisine eşlik eden iki yüz yağmacı Tatarla birlikte kendisine ayrılmış olan yere giderek orda ordugâh kurdu.


Altmış Şahi topuyla iki Kolombrine topu metrislerden çekilip gâvurların gelmesi beklenilen üç yolun karşısına yerleştirildi.


Sol kanattaki tımarlı sipahilerin hepsi metrislerden çıkarılıp kendilerine emredilmiş bulunan yerlere geçtiler.


Bugünkü toplantı sırasında devletlû Sadrazam, paşalarla birlikte kendisinin de en ön saflara gitmek istediğini buyurmuşlardı. Fakat savaş meclisinin uzağı gören üyeleri, onun otağında orduyu hümayunun kalbinde taştan bir dağ gibi dimdik durup kalmasını daha doğru buldular. Böylece Sadrazamın yerinden kıpırdamaması kararlaştırıldı.


Macarlardan durmadan yeni erzak arabaları geliyordu. Bu erzakın Cellat Çadırı önünde her zamanki pazar fiyatı üzerinden satılması konusunda daha önceden verilmiş olan buyruk uygulanmaktaydı.


Sadrazamın Padişahın yanındaki vekili Vezir Koca İbrahim Paşa’dan çadırcı basısı Daltaban Uzun Mustafa bir takım mektuplarla geldi.


Orduların Karşılaşması


Devleti Sadrazam maiyetiyle birlikte ordugâhın çevresini gözden geçirmek üzere at gezintisine çıkıp öğle üzeri tekrar otağına döndü. Öğle namazından sonra Kara Mehmed Paşa’dan, düşman ordusunun biri ırmak kenarından, öbürü ordugâhın üst yanından olmak üzere iki yoldan gelmekte olduğu ve üç saatlik yere varmış oldukları yolunda bir haber geldi. Bunun üzerine Sadrazam, bütün maiyet ve hizmet halkıyla, silahtar ve sipahilerin silahlanıp davul ve sancakla birlikte hazır olmalarını buyurdu.


Bosna Beylerbeyi Hızır Paşa kendi vilâyetinin bütün askeriyle birlikte adadaki yerlerinden çekildi. Yerine Eflak ve Buğdan beyleri, Saruhan Sancakbeyi Şeyhoğlu Ahmed Paşa ile Sadrazamın ağalarından Maden Ağa ile Recep Ağa konuldu.


Metrislerden Sadrazama gelen bir haberde, Rumeli kolunda kale duvarına kadar varılmış ve buraya bir lağım yerleştirme hazırlığına geçilmiş olduğu bildirildi. Bu güzel habere çok sevinen Sadrazam, lağımın sabaha kadar hazır edilmesini emretti.


Geceleyin Tatar Ham yirmi tane Alman tutsak yakaladı. On dokuzunun boynunu Vurdurup bir tanesini Sadrazama gönderdi. Bu tutsak sorgusu sırasında şunları söyledi: “Gâvurlar iki yoldan geliyorlar. Aralarında kırk bin askerlik ordusuyla Polonya Kiralının kendisi de bulunmaktadır. Alman Kayzeri de yanındadır. Onun da kırk bini atlı ve otuz bini yaya olmak üzere yetmiş bin askeri vardır. Yanlarında iki yüz tane ağır ve hafif top getirmektedirler. Yarın sabah, İslâm ordusuna karşı hücuma geçmek niyetindedirler.”


Her türlü kuşkudan uzak bu apaçık ifade karşısında Sadrazam bütün orduyu savaşa hazır duruma geçirmek gerektiği kanısına vardı. Gerekli buyrukları dört bir yana yollattı’ Böylece İslâm askeri bütün gece boyunca gökteki yıldızlar gibi uykudan uzak ve uyanık kaldı. Bu hal gün ışıyıncaya kadar sürdü.


Yeniçeri ağası bir miktar yeniçeriyle metrisler^ den çıkıp, gerektiğinde yaya askerini dışardan korumak için savaşa hazır bir halde bekledi.


Zağarcı kolunda üzerinde çalışılmakta olan iki lağımdan birisi gâvurlar tarafından keşfedildi ve bunu zararsız hale getirmek için ellerinden geleni yapmağa başladılar. Anadolu Beylerbeyi Osman Paşazade Ahmed Paşa derhal karşı tedbirleri aldırıp öteki lağımı patlattırdı. Gâvurlardan bir haylisini toprağa gömdü. Bir kelle ele geçirildi.


Geceleyin, gâvurlar, çok sayıda fişek attılar. Bu onların artık ne yapacaklarını bilemez hale geldiklerini ve çok acele yardıma ihtiyaçları bulunduğunu göstermekteydi. Rumeli Beylerbeyi Hocazade Arnavut Haşan Paşa, da sol kanadının sancağıyla metrislerden dışarı çıktı.

16 Mart 2016 Çarşamba

Jüstinyen’in Eserlerinden Biri “Küçük Ayasofya”

Sultanahmet Camii’ne kısa bir yürüme mesafesinde bir VI. Yüzyıl eseri, buna rağmen az bilinen bir yer. Sevimli avlusu sıradışı bir mekana geldiğinizin habercisi gibi. Ayasofya’nın küçük kardeşinin önünde göreceğiniz harabelerin Bizans deniz surlarının uzantısı olduğunu hatırlatıp gezimize başlayalım.


  1. yüzyılın başlarında, Bizans İmparatorluğu’nun en büyük isimlerinden biri olan Jüstinyen, amcası imparator Anastasios’a karşı isyanla suçlanır ve idamına karar verilir. İmparatorun rüyasına giren azizler Sergius ve Bakhüs yeğeninin hayatım bağışlamasını isterler. Jüstinyen tahta geçtiğinde ilk yaptırdığı kiliseyi, aynı zamanda askerlerin de koruyucusu Olduğuna inanılan bu azizlere adar.

Küçük Ayasofya


Sergius Bakhüs Kilisesi, Arasta Çarşısı’nın arkasından Marmara Denizi’ne uzanan Küçük Ayasofya Caddesi’nin sonunda yer alıyor. Etrafı boş bir arazinin ortasındaki binanın sık görülmeyen yuvarlağımsı şekli dikkatinizi çekecek. Jüstinyen’in Ayasofya’dan beş yıl önce, 527′ de yaptırdığı Küçük Ayasofya, İtalya’nın Ravenna şehrinde inşa ettirdiği San Vitale Kilisesi’ne de benziyor. XVI. Yüzyılda kilisenin bir minare ve avlunun etrafında yer alan odaların ev sahipliği yaptığı medresenin de eklenmesiyle camiye dönüştürülmüş. Bu çalışmayı yaptıran II. Bayezid devrinin Kapı Ağası Hüseyin Ağa bu caminin bitişiğindeki türbeye gömülmüş adı da medresede yaşar olmuş.


2006 yılında baştan aşağı restore edilen Küçük Ayasofya sonuçta eski çağlardan kalan paslarından kurtuldu ancak birçok restorasyonun ortak kaderini paylaştı; çeşitli çevrelerin eleştirilerine hedef olurken bazılarının da övgülerini de topladı.


Küçük Ayasofya’nın İç Görünümü


Kelimelerin kifayetsiz kaldığını ve yüreğinizden sessiz bir alkış koptuğunu hissedeceksiniz. Hüseyin Ağa’nın eklemelerinin bir parçası olan son cemaat yerinden dikdörtgen şeklindeki bir nartekse geçeceksiniz. Burası, İstanbul’da bir örneği daha bulunmayan ve belki de yapının en çarpıcı parçalarından biri olan iki katlı yüksek sıra sütunlar ile çevrelenmiş bir narteks.


Siyah, yeşil ve kırmızı mermerden yapılmış olan sütunların üstünde Bizanslıların adeta sepet gibi ördükleri sütun başlıkları kullanılmış. Nartekste ayrıca Jüstinyen ve karısı Theodora’nın kiliseyi Aziz Bakhüs’e değil Aziz Sergius’a adadığına dair ilginç bir yazıtı orta bölümü çevrelerken göreceksiniz.


Üst kattaki kolonları incelemek isterseniz girişin yanındaki merdivenlerden yukarı çıkın. Bu sayede kilisenin ihtişamlı görünümünü kuş bakışı seyredebilirsiniz. XVI. yüzyılda kilisenin camiye çevrilmesi sırasında binaya mihrap ve mimber eklenmiş. Nefin arkasına doğru, geçmişte vaftiz, Osmanlı döneminde de abdest almak için kullanılmış olan bir su tulumbası bulunuyor.


Hüseyin Ağa Medresesi


Kilise-camiyi gezmeyi bitirdikten sonra, medreseyi oluşturan odacıkları turlamakta fayda var; burada ebru çalışmaları, çiniler, kakma işli kutular ve Osmanlı tarzı minyatürler yapan sanatçıları görebilirsiniz. I Ofislerden biri günümüz Kazakistan’ında doğmuş ve Yeseviye Tarikatını kurmuş olan şair ve sufi Ahmet Yesevi’nin (1093-1166) öğretilerini! İçeren dergi ve kitapları da satıyor. Tam ortadaki küçük kafe ise hem soluklanmanız hem de güzellikleri beyninize nakşetmeniz için size zaman sağlama görevini üstlenmiş.


Jüstinyen Gerçekten de Büyük Mü?


İmparator Jüstinyen’den (483-565) genelde “Büyük” sıfatıyla bahsedilir ve Doğu Kilisesi’nde bir aziz olarak görülür. Dönemin tarihçisi Procopius ise “Gizli Tarih” isimli eserinde “insan formundaki şeytan” tanımlamasıyla çok farklı bir kişilik çiziyor Jüstinyen için… Onu kararsız, kötü, açgözlü ve karısının kölesi bir karakter olarak tanımlıyor. Eşi Theodora’ya layık gördüğü ise “aşağılık fahişe” tanımlaması. Jüstinyen’in Türkiye’de hiç mozaiği yok. Olanlar ikonoklast dönemde yok edilmiş.


Bukoleon Sarayı ve Çatladıkapı


Bizans imparatorluk saraylarından günümüze ulaşabilmiş nadir kalıntılardan biri de Ahırkapı sahilinde yer alan Bukoleon Sarayı Çatladıkapı’ya doğru yöneldiğinizde sarayın duvarlarını ve mermer pencere çerçevelerini göreceksiniz. V. yüzyıla dayanan tarihiyle saray, Büyük Saray’ın bir parçasıymış. İsminin sarayı süsleyen boğa (buko) ve arslan (leon) heykellerinden aldığı sanılıyor. İmparator Jüstinyen döneminde restore edilen saray, İmparator Theophilos’un IX. yüzyıldaki hükümdarlığı zamanında denize bakan balkonu eklenerek genişletilmiş.


Saray, 1204’teki IV. Haçlı Seferi sırasında Montferratlı Boniface tarafından ele geçirilmiş. Bizans monarşisi tarafından 1261 yılında restore edilen saray, zaman içinde gözden düşerken Ayvansaray’daki Blachemae Sarayı asillerin gözdesi haline gelmeye başlamış. Osmanlıların 1453’te İstanbul’u fethettiği dönemde tamamen bir harabeye dönmüş olan saray, 1873’te tren yolunun geçmesi üzerine kısmi olarak yıkılmış. Bukoleon Sarayı ile Küçük Ayasofya arasındaki Çatladıkapı’nın 1532’deki deprem sırasında hasar gördüğü için böyle adlandırıldığı söyleniyor. Bazı kaynaklar ise Fatih döneminde lakabı “Çatladı” olan birinden geldiğini belirtiyor.


 

11 Mart 2016 Cuma

Viyana Kuşatmasında Kat Edilen İlerleme

Viyana Çıkarmasında Düşman Hattında İlerleme


İslâm askeri, melun düşmana karşı altmış gün metrislerde ve toprağın altında top, tüfek, lağım, bomba ve taşla canını dişine takarak savaştı. Düşmanın tam gücü azalıp yorgun düştüğü sırada, Alman Kayzeriyle Polonya Kıralı iki yüz bin imansız askeriyle geldi. Hep zafere alışmış ordu içinde huzursuzluk doğuran ilk olay, Eğri Beylerbeyi Abaza Kör Hüseyin Paşa’nın Tuna’nın öte yakasında uğradığı yenilgi oldu. Kalenin kuşatılmasıyla bu kadar uzun zaman var güçle uğraşıldıktan sonra, imdat ordusu geliyor diye metrislerin boşaltılması istenmedi. Birkaç bin savaşçı açık arazide savaşa girerse, düşmana dünyanın zindan edileceği düşüncesine saplanıldı. Bütün savaş gücünü bir araya toplamamak gibi ağır bir kusur işlendi.


Bu konuda şu tedbirlerin alınması gerekirdi:


Düşman ordusunun sayıca üstünlüğü duyulup iyice anlaşıldıktan sonra, her ihtimale karşı emniyet tedbiri olarak birkaç bin asker metrislerde bırakılmalı, geri kalan bütün savaş birlikleri dışarı çekilmeliydi. Yayaları siperlere koyup, arkasına balyemez ve şahı toplarını yerleştirmek, süvarileri hazırda tutmak gerekirdi. O zaman düşman bir süvari hücumu menziline gelinceye kadar beklenir; daha yaklaştığı zaman da top ve tüfek ateşine tutulur, gerekirse süvariler hücuma kaldırılırdı. Ancak, herkesin dilediği gibi dövüşmesine de izin verilmemeliydi.


Özellikle, rüzgâr hızında at koşturan Tatarlara, düşmanı gerilerden rahatsız etmek görevi verilmeliydi. Çünkü Tatarlardan düzenli bir meydan savaşında düşmanla yüz yüze dövüşmek beklenemezdi. Özellikle, bu sefere katılan Tatarların Allah’ın kendilerine nasip ettiği tutsakların çokluğu ve ganimetlerin bolluğu yüzünden yükleri ağırlaşmış ve hareket yetenekleri kısılmış durumdaydı. Düşmanla savaşmaları ve her hangi bir direnme göstermeleri imkânsızdı.


Hanları olan hergele ise, tıpkı askerleri gibi davrandı ve hak dini uğruna en küçük bir gayret dahi göstermedi. İslâm ordusunun kendisine her zaman yapmış olduğu yardımları hatırına bile getirmediği gibi, Müslümanların hükümdarına karşı yükümlü olduğu müttefiklik görevini de unuttu.


Düşman Ülkesinde İlerleme Devam Ediyor


Süvari askerini meydan savaşında taşıyacak olan atlar, iki aydan beri doğru dürüst arpa yüzü görmemişti. Bu yüzden öyle zayıflamış, öyle güçten düşmüşlerdi ki, sipahilerle öteki süvariler bu hayvanların üzerinde savaşa etkili olabilecek bir hücuma geçecek durumda değillerdi.


Genel gelir defterdarının savaş birliklerinin beslenmesi konusunu sıkı bir gözetim altına alması ve fazla erzakı zamanı gelince kullanmak üzere saklaması gerekirdi. Her şeyden Önemli olan bu tedbirin, sefere çıkılmadan ve hele savaş bölgesine girilmezden önce alınması şarttı. Düşman ülkesinde birkaç konak ilerlendikten sonra erzak işini çözümlemek güçleşir ve bu görevle yükümlü olanlar, işlerini zamanında yapamayacaklarından sonunda hakarete, küfüre katlanmak zorunda kalırlar. Din ve devlet işlerinin yürütülmesinde bu nokta, olağanüstü önemdedir. Bu savaşta birliklerin büyük kısmının işe yaramaz hale düşmesi, atlarına yem bulmakta çektikleri sıkıntıdan ileri gelmiştir.

Surp Kevork Kilisesi ve Studios Manastırı

On birinci yüzyılda yapılmış olan Panaghia Peribleptos (Her şeyi gören Meryem) Kilisesi bugün Ermeni Surp Kevork Kilisesi ya da bahçesindeki ayazma nedeniyle Sulu Manastır olarak geçiyor, ilk olarak İmparator III. Romanos döneminde, 1031 yılında yapılmış. 1204 yılındaki Haçlı Seferinde yağmalanıp harabeye çevrilen kilise, VIII. Michael Palaeologos zamanında onarılıp yeniden ibadete açılmış.


Fetihten sonra Bursa’dan getirttiği Ermeni cemaatini Samatya’ya yerleştiren Fatih Sultan Mehmed, kiliseyi patrikhane olarak kullanmaları için Ermenilere vermiş. Yıllar boyunca kilisenin mülkiyeti ile ilgili Ermeni ve Rumlar arasında pek çok anlaşmazlık yaşadığından halk arasında “Kanlı Kilise” olarak da isimlendirilmiştir. 1641 yılında patrikhanenin Kumkapı’ya taşınmasına rağmen kilise Ermeniler’de kalmış. Art arda gelen yangınlar ve restorasyon çalışmalarından sonra kilisei I. Dünya Savaşı sırasında askeri amaçlı kullanılmış 1993 yılında restore edilmiş.


Samatya, Kurtuluş ve Şişli gibi en büyük Ermeni nüfusa sahip semtlerden-Kilisenin bitişiğinde büyük bir Ermeni okulu da var. Biz gittiğimizde teneffüstü, çocuklar bahçede koştururken aralarında Türkçe konuşuyorlardı. Okulun bahçesinde sohbet ettiğimiz Halis Hanım» Anadolu’nun bir şehrinde doğmuş. Ailesi Afiş adı dikkat çekmesin diye başına bir “H” koyup adını Türkçeleştirmiş. Bize eski Samatya’yı anlattı, insanların kapılarım kilitlemeden uyudukları eski güzel günleri…


Ana caddedeki Ayios Minas Kilisesi 1833’te inşa edilmiş ve 1955’teki 6-7 Eylül Olayları’nda hasar görmüş. Altında, III. yüzyılda İmparator Decian’ın Anadolu’daki Hıristiyanlara yaptığı zulüm sırasında öldürülen Aziz Karpos ve Papylos’ını mozoleleri varmış. Şehirdeki benzerleri arasında en eskisi olan mozoleler, bir kahvenin hemen arkasındaymış. Biz kahvediye. : rica ettik, lüks ışığmda bir dehlizden geçerek bize geçmişte mozolelerin ol- < duğu yeri gösterdi.


Studios Manastırı


Samatya’daki en önemli anıtlardan biridir Studios Manastırı veya Aya Yani Prodromos (Vaftizci Yahya) Kilisesi. Adını Roma konsülü Studios’tan alan manastır 454-464 yılları arasında yapıldığından bugüne ulaşan en eski Bizans manastırı ve kilisesi olarak biliniyor. Bir zamanlar 1000 kadar ikonodül keşişi külliyesinde barındırmış manastır. Yunanistan’ın Aynaroz (Athos) Dağı’ndaki kuralların temelleri burada atılmış. En ünlü başkeşişleri Studite Theodoros (759-826), Büyükada’daki sürgün günlerinden sonra, en sonunda aziz mertebesine yükselmiş ve öldükten sonra manastırın bahçesine gömülmüş.


Onun liderliğindeki manastır, harika resimli el yazmalarının üretildiği bir merkez olmuş.  Studios Manastırı, her ne kadar dini çekişmeler yüzünden ara sıra kapansa da XV, yüzyıla kadar etkinliğini sürdürmüş. 1204 yılında Haçlılar tarafından yağmalanmasına rağmen VIII. Michael Palaeologos 1261’de tahtı geri alınca kutlamaların odak noktası olmuş. 1293’te kale gibi duvarlarıyla yeniden yapılan bina, 1453’e kadar bilginin merkezi olarak kalmış.


Manastır fetihten sonra İmparator (At Uzmanı) İlyas Bey Camii’ne dönüştürülmüş ancak 1894 depreminde yıkılmış. Orijinal yer mozaiklerinin en güzellerini, Türkiye’den götürülmüş çok sayıda eserin sergilendiği Atina’daki Benaki Müzesi’nde gördük. Keşke bu topraklarda kalsaydı dedik. Ne yazık ki binanın kapısına kilit vurulalı yıllar olmuş. Yetkililer herhalde “bunlardan nasıl olsa bizde çok var” diye düşünüyorlar.


Manastırın biraz ilerisinde Hacı Manav Sokak’taki Ayios Konstantİnos ve Ayia Eleni Kilisesi’ne bir göz atmakta fayda var, kilise Karamanlılar Kilisesi olarak da biliniyor. Anadolu’daki Karaman’da yaşayan, Türkçe konuşan ancak Yunan alfabesiyle yazan Karamanlı Ortodokslar tarafından kullanılmış. 1805 yılında yapılmış olan kilise en sonuncusu 1963 yılında olmak üzere birçok restorasyon geçirmiş. Kilisenin duvarında bir güneş saati ve kiliseye adını veren azizlerin ortalarında haçla yapılmış kabartmaları var.


Narlıkapı


Vaftizci Yahya’nın öldürülüşünün anıldığı her 29 Ağustos’ta Studios Manastırı’na gelen imparatorların şehir surlarından giriş) için kullanılan kapıymış. Bugün Nariıkapı hala ayakta ama Ermeni Surp Hovhannes Kilisesinin        (pazar sabahlan açık)arkasında kalmış; restore edilmemiş surlara bitişik kapıyı görmekte fayda var. Kilisede çalışanların çoğu eskiden Güneydoğu’da yaşayan Sasonlu Ermenilerdir.


Trenden Tarih


Yedikule’den Sirkeci’ye banliyö treniyle giderseniz farklı bir İstanbul görürsünüz. Bizans şehir surlarına ve Narlıkapı’ya son günlerini yaşayan ahşap evler eşlik eder. Yenikapı’dan geçerken hem kazı alanını görebilirsiniz hem de Cerrahpaşa’daki Bulgur Palas’ı. Gezinin tek maliyeti de bir jeton olur.


 

9 Mart 2016 Çarşamba

Cibali ve Haliç Surlarına Bir Bakış

Cibali bugün, Kadir Has Üniversitesi olan eski sigara fabrikası ve Rezan Has’ın adını taşıyan küçük müze ile hayata yeniden dönmüş. Şehri, Haliç tarafından istilaya gelen düşman saldırılarından korumak için yapılan surların çevrelediği semt bir zamanlar Bizans kilisesi olan muhteşem Gül Camii’ne ev sahipliği yapıyor.


Cibali karakoluyla ünlü ama yangınlarıyla daha da ünlü. Eskiden devlet binaları yangından korunmaları ve kaba olmaları için taştan yaptırılırmış, evler ise ahşaptan. Bu yüzden Cibali’de yangın çıktığında evden eve geçip Yenikapı’ya kadar kolayca ulaşırmış. Haliç’in güney kıyısında Atatürk Köprüsü ve Fener arasında kalan bu orta halli ama renkli semt, bir zamanlar tütün fabrikasına ev sahipliği yaptığından hala tütün saran kadınları getirir akıllara.


Cibali adını, 1453’te İstanbul’un Fethi sırasında sahil surlarım geçen Osmanlı askerinin adından, Cebe Ali’den almış. Geçmiş zamanda zengin, kozmopolit bir semt olan ve meyhaneleri ünlü Cibali’de genellikle Rumlar ve Yahudiler yaşarmış. XVIII. yüzyılın ortalarında Müslümanların gelmeye başlamasıyla camiler ve derviş tekkeleri de inşa edilmiş. O zamanlar pek çok paşa evini buraya taşımış. Cibali teknelerin izolasyonunda kullanılan zift gibi malzemelerin depolandığı yer olmuş, bunların çok yama olması sebebiyle şehirdeki birçok yangın burada başlamış. Adı kötüye çıkmış, dile düşmüş bir kere.


Hemen bitişiğindeki bölge, Küçükmustafapaşa ismini muhtemelen Sadrazam Bozoklu Küçük Mustafa Paşa’dan almış. İşin komik tarafı Küçükmustafapaşa Kocamustafapaşa (Samatya) otobüsü var!


İstanbul’da Yangın Var!


hşap binaların gittikçe azaldığı günümüz İstanbul’unda bir yangının nasıl bu kadar çabuk yayılabileceği ve büyük bir tehlike arz edebileceğini anlayabilmek hayli zor. Belgeler bize birçok binanın defalarca yandığını ve her seferinde yeniden yapıldığını gösteriyor.


İstanbul’u yangından koruyabilmek için Galata Kulesi ve Beyazıt Kulesi’nin de dâhil olduğu pek çok yangın gözetleme kulesi yapılmış. Kulelerde yaşayan görevliler bir yangın anında kuleye kırmızı bayrak asarak uyarırmış tulumbacıları. Tulumbacıların görevleri kelimenin tam anlamıyla “yangının üstüne gitmek” ve söndürmekmiş. Böylesi kelle koltukta yaşayan, ele avuca sığmaz civanların idaresi ayrı bir maharet istermiş. 1633 Yangını’nından sonra IV. Murad içki ve tütün kullanımını yasaklamış. En kötü yangınlardan biri olan 1870 Pera Yangını 900 kişinin ölümüne ve binlerce kişinin evsiz kalmasına neden olmuş. Edmondo di Amicis XIX. yüzyılda “Constantinople” adlı eserinde, bir cariyenin padişaha yangını haber vermek için kırmızılar giyerek huzura çıktığını naklediyor. İrfan Orga da “Bir Türk Ailesinin Portresi” isimli kitabında yangında evini kaybeden kendi ailesini anlatıyor.


Atatürk Köprüsü


Orhan Kemal’in de yaşadığı semt olan Cibali, 1940 yılında yapılan ve yoğun bir trafiği olan Atatürk Köprüsü’nün güney tarafında bulunuyor. Yanındaki Unkapanı, ismini “Odun Kapısı”nın bir şekilde kısalarak günümüze ulaşmasından almış. Bir diğer ihtimal ise un sözcüğünün burada gemilerden boşaltılan una ithafen verilmiş olduğu, “kapan” kısmının ise baskül anlamındaki “kappan” ya da depo anlamındaki “kapan” kelimelerinin birinden türemiş olabileceği şeklinde. Hatta bazı kaynaklar adını buradaki Beylik Un Değirmeni’nden aldığını söylüyor. Unkapanı aynı zamanda Evliya Çelebi’nin doğduğu yer.


Cibali Tütün Fabrikası


Bir zamanlar Cibali Tütün Fabrikası olan yerde şimdi Kadir Has üniversitesi var. Atatürk Köprüsü’nü geçtikten hemen sonra sağda görülen bu dev bina 1884 yılında yapılmış ve önce tütün depolamak için kullanılmış. Daha sonraları sigara yapımının da başladığı işletmede aynı ailelere mensup kişilerin kuşaklar boyu çalışması ilginç bir sosyalleşmeyi de beraberinde getirmiş. Fabrika üretiminin doruğunda olduğu dönemlerde karakolu, hastanesi, kreşi, dükkanları ve restoranlarıyla küçük bir kasaba görünümündeymiş. 1925 yılında kamulaştırılan işletmenin faaliyetlerine 1995’te son verilmiş.


Fabrika Coca-Cola markasını Türkiye’ye getiren sanayici Kadir Has tarafından 1998-2002 yılları arasında modern bir üniversite kampüsüne dönüştürüldü. Buraya gelen bazı ziyaretçilerin binadan çıkarken aklına “Fabrikada tütün sarar, sanki kendi içer gibi…” şarkısının sözleri geliyor, eski günleri yad edercesine. Binanın içindeki Rezan Has Müzesinde (hergün açık) sanat ve tarih eserleri sergileri yapılıyor.


Neolitik çağdan Selçuklulara kadar olan daimi koleksiyona, Kararttık Çeşme olarak bilinen XI. yüzyıl Bizans sarma ve XVII. yüzyıl Osmanlı hamamı ev sahipliği yapıyor. Müzeye doğru giderken duvarları süsleyen, fabrikanın altın çağlarını gösteren resimlere göz atmayı unutmayın. Buraya gediğinizde tarihin üç katmanında, XI. yüzyıl sarnıcı, XVII. yüzyıl hamamı ve XIX. yüzyıl tütün deposunda dolaştığınızı biliyor olmak bile insana ayrı bir heyecan veriyor.


Üniversite binasının hemen arkasındaki türbe, XVI. yüzyılda İstanbul’a gelen Nakşibendi Şeyhi Emir


Ahmed Buhari’ye ait. Bina tüm zarafetiyle günümüze gayet iyi durumda ulaşmış. Yol boyunca ilerlediğinizde XVIII. yüzyıl sonlarına doğru yapılan ve kökleri Kuzey Afrika’ya uzanan bir tarikata ev sahipliği yapan Şazeli Camii’ne rastlarsınız. Cami, İstanbul’daki pek çok kahvehanenin koruyucusu olduğu İçin saygı gören Ali Şazeli tarafından yaptırılmış. Aynı tarikatın Beşiktaş’taki Ertuğrul Tekkesi ise sıra dışı bir mimariye sahiptir.


Gül Camii (Ayia Theodosia Kilisesi)


Üç apsisi olan bu heybetli Bizans kilisesi Şair Nebi Sokak’ta bulunuyor. Muhtemelen IX. veya X. yüzyılda yapılmış, 1490’larda camiye dönüştürülmüş. Adının “Göl Camii” olmasının ilginç bir hikayesi var; Azize Theodora’nın isim günü olan 29 Mayıs i453’te büyük bir kalabalık toplanmış ve güllerle süsledikleri kilisede Türklerin istilasından korunmak için dua etmeye başlamışlar. İstanbul’un fethi tamamlandığında askerler içeri girip gülleri görünce şaşkınlığa düşmüş.


İsim konusunda bir başka rivayet Gül Baba adındaki evliyanın burada gömülmüş olabileceği yönünde. Bazıları da şehir surlarını savunurken öldüğü söylenen ama cesedi bulunamayan son Bizans İmparatoru XI. Konstantin Dragases’in burada gömülü olduğunu söylüyor. Girişin üstünde kim tarafından yazıldığı belli olmayan Osmanlıca bir kitabede “İsa’nın Havarisinin türbesidir. Huzur içinde yatsın” yazılması da kafaları iyice karıştırıyor.


Kilisenin altında Bizans İmparatorluğunun en saygın kişilerine ait olan birde mahzen mezar bulunuyor, .küsenin karşısında Adile Sultan tarafından sıbyan mektebi olarak inşa ettirilen bir kütüphane var. Divan şairi ve bir hayırsever olarak bilinen Adile Sultan’ın Anadolu yakasındaki sarayı, vasiyeti üzerine Kandilli Kız i Lisesi olmuş.


Ayios Nikolaos Kilisesi (Aya Nikola)


Ana cadde üzerindeki kilise, denizcilerin koruyucusu olan Aya Nikola’ya adanmış. Bizans zamanında yapılmış eski bir kilisenin yerine 1837 yılında inşa edilmiş. İçinde seferlerden sağ salim dönen denizcilerin şükranlarını göstermek için astıkları gemi modellerini görebilirsiniz. Kilise, Yunanistan’ın Athos Dağı’ndaki Vatopedi Manastırı’na bağlı. Dış surlardaki bir yazıta göre burada çıkan şifalı sular Aziz Haralambos’a adanmış.


Küçük Mustafa Paşa Hamamı


Cibali’nin arka sokaklarında, Gül Camii’nin yakınında ve Kömür Lokantasının hemen karşısında bulunan bu büyük ve güzel hamam maalesef bugün harap durumda. Bozoklu Mustafa Paşa’nın yaptırdığı hamam, şehirdeki en eski hamamlardan biri olma özelliğini taşıyor. Yıllardır kapalı, kubbelerindeki kurşunlar çalınmış. İçine girdiğimizde böylesi güzel bir binanın kaderine terk edilmesinden dolayı çok üzüldük.


Haliç Surları


İstanbul’da “sur” deyince alda ilk gelen kara surları dışında, deniz kenarına yapılan sahil surları da var. En etkileyici kısım Mermerkule’den başlayıp Sarayburnu’na, Boğaz’ın girişine kadar geliyor. Bunlar şehri Marmara Denizi’nden gelip istila etmek isteyenlere karşı koruma amaçlı yapılmış. Antik çağlarda Propontis, zaman zaman da Propontine Surları diye geçmiş. Surlarda teknelerin limanların içine girmesine olanak sağlayan kapılar da yapılmış.


Surların bazı kısımları XIX. yüzyılda tren yolunun yapılmasıyla yıkılmış ama geriye kalanlar hala geçmişle ilgili ipucu vermeye yetiyor. İstanbul’u saldırılardan koruyan ve Haliç’teki yerleşimlere düşmanların girmesini engelleyen surların bir kısmı hala kıyıya paralel olan yol boyunca görülebilir, özellikle Proportine Surları ile kıyaslandığında oldukça bakımsız olan surlar, daha sonraki dönemlerde yapılmış olan binalara temel oluşturmuş ya da yol çalışmalarından ötürü tamamı ile yıkılmış.


İlk surlar muhtemelen Septimius Severus tarafından II. yüzyılda yapılmış ve Büyük Konstantln tarafından IV. yüzyılda, II. Theodosios tarafından da V. yüzyılda tekrar inşa edilmiş. Kara surlarından daha alçak olan deniz surlarının, daha dayanıksız olduğu 1204 yılındaki IV.Haçlı Seferi sırasında kanıtlanmış.


 

8 Mart 2016 Salı

İstanbul’un Pek İlgi Görmeyen Ama Tarihi Değeri Olan Yer “Kadırga”

Hipodrom’dan Marmara Denizi’ne doğru yürüdüğünüzde, İstanbul’da aynı ismi taşıyan iki camiden birine, Sokullu Mehmed Paşa’ya varırsınız. Mimar Sinan’ın en güzel eserlerinden biri olan külliye nedense hak ettiği kadar ilgi görmüyor. İznik çinileriyle süslenmiş bu XVI. Yüzyıl camisini görmeye giderken Hipodrom’un güney ucundaki Bizans Sfendonu’nun önünden geçebilirsiniz. Kadırga eski İstanbul’dan görüntüler sunacak size…


Sokollu Mehmet Paşa Camii, Kadırga’ya bakar. Turistler pek uğramaz buraya. Eski ahşap evleri, beklenmedik anda karşınıza çıkan tarihi surlarına rağmen Kadırga pek bilinmemiş, ihmal edilmiştir. Bir zamanlar büyük bir liman varmış Kadırga’da; ilk olarak 362’de İmparator Julian tarafından yapılmış, İmparator II. Julian tarafından da 570 senesinde canlandırılmış. Liman Osmanlılar tarafından da kullanılmış.


İsminin, eskiden kadırgalarda çalıştırılan insanlara atfen, Yunanca “zorla çalışma” anlamına gelen “katerga” kelimesinden türediği düşünülüyor. XVI. yüzyılda, Fransız yazar ve gezgin Pierre Gilles (Petrus Gyllius) “Kadırga” adının buradan çıkartılan batık kalyonlara atfen verildiğini belirtmiş. İşin ilginç tarafı Marmaray projesi çalışmadan sırasında buraya çok yakın mesafede olan Yenikapı’dan Bizans tekneleri çıkartıldı.


Kadırga’daki dükkanlar turistlerden çok burada yaşayanlara hitap ediyor. Lezzetli mercimek çorbası ve pide bulabileceğiniz küçük esnaf lokantalarıyla dolu caddelerinde Etiyopya’dan ve Doğu Avrupa’dan gelen insanlarla karşılaşabiliyorsunuz.


Son zamanlarda Kadırga Limanı’na giden yoldaki eski ahşap evlerde restorasyonun başladığım görmek memnun edici. Bu küçük, ahşap evlerin arasında büyük ve etkileyici konaklara da rastlayacaksınız. Etrafa göz gezdirdiğinizde, evlerde su olmadığı dönemlerde semt sakinlerinin su ihtiyaçlarım karşıladığı zarif çeşmeler de var. Kadırga Hamamı hala ziyaretçilere açık ama ne yazık ki harabeye dönmüş olan XVI. yüzyıldan kalma Çardaklı Hamamı restore edilmeyi bekliyor, umutla.


Kadırga Parkı


Kadırga’nın tam ortasındaki meydanda, mahalle sakinlerinin pek rağbet ettiği küçük bir park var. Çitin arkasındaki dört köşeli çeşme gibi görünen yer aslında Esma Sultan Namazgahı, açık havada namaz kılmak isteyenler için i78ı’de Sultan III. Ahmed’in kızı Esma Sultan (1726-1788) tarafından yaptırılmış. Merdivenlerden çıkınca ulaşabileceğiniz bu yer eski İstanbul’dan günümüze ulaşan birkaç namazgahtan biri.


Sokollu Mehmed Paşa Camii ve Külliyesi


Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa’nın eşi Esmahan Sultan için Mimar Sinan tarafından 1571’de, Ayia Anastasia Kilises,’nin olduğu yere yapılmış. Bu şahane cami duvarlarını süsleyen İznik çinileri ile bilinse de pencerelerindeki vitraylar en az çiniler kadar etkileyici. Eğimli, dik yokuşlardan oluşan bir bölgeye yapılmış külliye. Sıradan bir mimar için problem olabilecek zemin yapısını camiye özgü bir özelliğe dönüştürmeyi bilmiş Koca Sinan.


Camiye üç ayrı kapıdan ve üç ayrı kottan giriliyor. Mermer şadırvanın yer aldığı avlunun çevresini medresenin odaları sarıyor. Dışarıdan bakıldığında çok büyükmüş izlenimi veren caminin içine girdiğinizde dış dünyayla ilişkinizin kesildiğini hissediyorsunuz.


Mihrap, mimber ve kapıda Hacer-ül Esved parçaları (Kabe’de tavafın başladığı yerde bulunan, cennetten indirildiği rivayet edilen parlak siyah taş) bulunuyor. Mihrabın iki tarafındaki sütunlar, yapının depremden etkilenmediğini göstermek amacıyla kendi etrafında dönebilir şekilde yapılmış.


Sokullu Mehmed Paşa


Bosnalı bir Sırp olarak kasabasında doğan Mehmed Paşa (1506-1579) devşirme sistemi ile yeniçeri yapılmak için İstanbul’a getirilmiş ve birçok aşamayı geçerek Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murad’ın sadrazamlıklarına kadar yükselmiş bir devlet adamı. Topkapı Sarayı’nda eğitildikten sonra 1526’da asker olarak Mohaç Savaşı’na ve 1529’da Viyana Kuşatmasına katılmış. Barbaros Hayreddin Paşa’dan sonra Osmanlı donanmasına Kaptan-ı Derya olmuş. Bir derviş tarafından öldürülmeden önceki son 15 yıl boyunca Osmanlı’yı yöneten en etkili güç olmuş, Kadırga’daki caminin dışında, Mimar Sinan’a Azapkapı’da kendi adını taşıyan bir cami (Azapkapı Camii de denir) yaptırmış. Eyüp’teki türbesi yine bir Sinan eseridir.


Özbekler Tekkesi


Caminin komşusu Özbekler Tekkesi 1692’de zamanın Defterdarı İsmail Efendi tarafında yaptırılmış ama bina 1887’de tamamen yenilenmiş. Minareleri girişin hemen üstünde yer alan tekke, muhtemelen Orta Asya’dan gelen dervişler ve dini görevliler için misafirhane olarak yapılmış. Memleketi Buhara’da ebru sanatını öğrenen Özbek Şeyhi Sadık Efendi (?-1846) daha sonra oğullarına el vermiş. 2008 senesinde restore edilen tekke, günümüzde İstanbul Tasarım Merkezi olarak kullanılıyor.


Sfendon


Sfendon, Marmara üniversitesi Rektörlük Binası’nın arkasında, Hipodrom’dan Sokollu Mehmed Paşa Camii’ne doğru yürürken göreceğiniz, stadyumun yarım daire şeklindeki, güney kısmı. Devasa duvarın kalıntıları güzelliğinden çok yaşı ile şaşırtıyor insanı. Daha sonraki yıllarda Sfendon, bu civarda yaşayan İnsanlara su temin etmek için sarnıca dönüştürülmüş. Her çarşamba, Sfendon’un önünde semt pazarı kuruluyor. Bir tabloyu andıran pazarda fiyatlar çok uygun.


Ebru Sanatı


Bir kâğıt boyama sanatı olan ebru, Türkiye’de XVI. yüzyıldan beri biliniyor. Kâğıdın üstüne mermer görüntüsünün aktarılması hiç de kolay değil. İncelik ve en önemlisi ustalık isteyen bu sanat, at kılı fırçalar kullanılarak yapılıyor. Ebru, suda erimeyen boyalarla su yüzeyinde oluşturulan şekillerin kâğıda geçirilmesi olarak tanımlanabilir. Bir ilgisizlik döneminin ardından ebru sanatının güzelliği yeniden keşfedilmiş gibi. Bugün ebru yapanları Cafer Ağa veya Kabasakal medreselerinde görebilirsiniz.


 

5 Mart 2016 Cumartesi

Viyana Kuşatmasında Yoğun Bir Gün “22 Ağustos”

Bugün Sadrazam daha sabahtan otağlarına çıktılar. Erde Kralı orduyu hümayuna yaklaşmak üzere olduğundan, Eflâk, Buğdan beyleriyle Sadrazamın Delileriyle Gönüllüleri karşılamaya gittiler. Ordugâha yakın bir yerde bir miktar gedikli ve vuşbaşı ve Silâhdar Ağası Ömer Ağa, Kıralı karşıladı. Sadrazamın gönderdiği cins bir atı Saraçbaşı getirdi. At işlemeli bir örtü ve mücevherli bir eğerle şahane şekilde donatılmıştı. Kral hızlı koşan bu ata bindi ve n Sadrazamın otağına doğru yola çıktı. Yaklaştığı sırada divan tercümanı Aleksander de karşılamaya geldi.


Kendisiyle konuştu ve sonra haber ulaştırmak üzere geri döndü. Yarım saat geçtikten sonra Sadrazamın Delileriyle Gönüllüleri geldiler. Arkalarından Eflak ve Buğdan beyleri ile Kral maiyetinin ileri gelenleri bayraklarıyla birlikte gelerek boru trampet sesleri arasında geçtiler. Sonra da Kiralın muhafız birliği Rum töresine uyarak boru, trampet ve davullarıyla çılgınca gürültüler yaparak geldi. Bunların arkasından divan çavuşları, çavuşbaşı, silahtar Ağası ve en sonda da Kiralın kendisi gelmekteydi. Kral otağın giriş yeri önünde attan indi.


Az önce saydıklarımızın önünden sağlı sollu selâmlar vererek geçti ve bir miktar yakın adamıyla birlikte üç direkli çadırdan içeri girdi Sofa kenarında konulmuş olan iskemleye oturdu. Divan tercümanı yanında kalarak törenin ilkelerini öğretmek amacıyla kendisiyle konuştu. Bu sırada içer den Reis Efendi ile Çavuşbaşı kavuk ve kürk giymiş olarak göründüler. Arkalarından kudretli, devletlû başkumandan kallâvi kavuk ve kakım kürkü kaplı sof tan kaftan giymiş olarak içeri girdi. Sağından Kethüda Bey, solundan Yeğen Hüseyin Bey koltuklamalardı.


Sonsuz bir vakar içinde yürüyüp selâm verdi ve makata oturdu. Selâm Ağası selâmına karşılık verdi ve çavuşlar bağrışarak kendisini kutlayıp alkışladılar. Bundan sonra da Krala, kerem sahibi Sadrazamın eteğini öpmek ve huzurunda oturmak şerefi verildi. Ancak Kral, hemen oturmayıp tekrar Sadrazama yaklaştı, yüzünü kaftanın eteğine bastırdı. Sadrazam, kendisini bir defa daha oturmaya davet edince, başını eğip yerine oturdu.


Çeşitli soru ve karşılıklardan sonra Kral yeniden kerem sahibi Sadrazamın yanına varıp eteğini öptü. Bağlılığını göstermesi için düzenlenen törenin bütün gereklerini yerine getirdi. Kahve, şerbet ve çubuk içildikten sonra Kirala sırma işlemeli diba üzerine yarım samur kürk kaplı hilat giydirildi.


Divan tercümanına, Kiralın yakın adamlarından ve ordu kumandanlarından on sekiz kişiye, on sekiz orta derecede, yirmi beş küçük hilat giydirildi. Bunun üzerine Kral tekrar Sadrazamın eteğini öperek gitmek üzere izin istedi. Çavuşbaşıyla çavuşlar önü sıra at sürüp kendisini ordugâhtan çıkardılar ve dış tarafta özel olarak kurulmuş bulunan çadırına götürdüler.


İkindiye doğru Draskovich, Nâdasdy ve Esterhazy Mihâly adlı beyler Sadrazamı ziyaret ettiler. Sorulan sorulara ayakta durarak karşılık verdikten sonra, her birine büyük ve maiyetlerinden altı kişiye küçük, tercümana orta derecede hilat giydirildi.


Erdel Kıralı hediye olarak Sadrazama altı koşumlu bir binek arabası, altın kaplamalı gümüşten yapılmış altı tane kupa arabası, koşumlu eğerli bir binek âtı ve dört tane araba atı gönderdi. Getirenlere orta derecede hilaf giydirilip bahşiş verildi.


Bütün evrenin sahibi Allahın iradesiyle, din düşmanları adadaki ordugâhlarından kaçarcasına çekilip gittiler. Nereye gittikleri öğrenilemedi. Orduyu hümâyûndan ve ırmağın beri yakasındaki sekbanlarla gönüllülerden birçoğu suyu geçip gâvur ordugâhına gittiler. Orda buldukları bir hayli erzakla daha başka çeşit şeyleri alıp getirdiler.


 


Rumeli kolundaki sipahi serdengeçtilerin bulunduğu yerin altında gâvurlar bir püskürme lağım patlattılar. Ancak birkaç kişi yaralandı. Allahın inayetiyle, İslâm ordusu büyük bir zarara uğramadı ve gazilerin huzuru bozulmadı.


Devletlû Sadrazam akşam namazı kılındıktan sonra tekrar metrisler bölgesini dolaştı ve sonra tabyasına döndü. Vezir Ahmed Paşâ kolunda gâvurların her şeyi tamamlanarak ateşlemeğe hazır bir lağımı keşfedilip bütün barutu boşaltıldı.

3 Mart 2016 Perşembe

Viyana Kuşatmasında 15 Temmuz ve 8 Ağustos’un Perde Arkası

15 Temmuzda Yaşananların Perde arkası


Viyana kalesi Tuna ırmağı kıyısında bir düzlük üzerinde bulunuyordu. Fakat kale duvarıyla ırmağın kıyısı arasında bir ok menzili uzunluğunda boş arazi vardı. Kalenin kendisi hem derin hem de geniş bir hendek, sayısız tabyalar ve tasarlanamayacak miktarda çok domuz damlarıyla çevriliydi. Çok iyi tahkim edilmiş ve binlerce ağzından ateş püskürten eşsiz bir hisardı.


Tuna, tam bu yerde, yani Viyana’nın hizasında çeşitli kollara ayrılarak, bahçe ve bağlarla süslü büyük adalar meydana getirmişti. Kayzer’in burada da eşi bulunmaz güzellikte bir bahçesi bulunuyordu. “Ada Bahçesi” adıyla ün salmıştı. Adaların hepsi birbirine köprülerle bağlanmıştı. Gâvurlar bu adaların birkaçına taburlar koyup, kale ihtiyaç gösterdiğinde oraya rahatça asker ve erzak yardımında bulunmak, yaralı ve yorgun savaşçıları değiştirmek gibi boş bir hayale kapılmış bulunuyorlardı.


8 Ağustosta Yaşanılanların Perde Arkası


Büyük Elçi yanına Ahmed Paşa ve birkaç atlı asker katılarak Han’a gönderildi. Han da yanına Tatarlar katıp kendisini Viyana’ya sekiz saat uzaklıktaki Tülin şehrine şevketti. Oraya vardığını bildiren mektup getirildi.


Bu işte de Sadrazam yanlış hareket etti. Elçi, Budun’da sıkı şekilde gözaltında bulundurulmalı ve hiç bir yere gönderilmemeliydi. Böyle bir tedbiri kimse uygun görmedi. Oysa düşman askerinin İslâm gazileri üzerine sevk edilmesine bu gâvurun sebep olduğu besbelli bir gerçektir.


Sadrazam şöyle dedi: “Elhamdülillah, buralara gelip Viyana’yı kuşattık ve ateş altına aldık. Gâvurun tabyaları, domuz damları ve şarampolleri bombardumanla yıkılıp şu anda kale duvarına erişmiş bulunuyoruz. Allah nasip ederse, birkaç güne kadar fetih umudundayız. Sen ne dersin buna?”


Apafy, “pek güzel olmuş, Allah başarıya eriştirsin, gerçekten doğru hareket etmişsiniz” diye görüşünü açıklayınca, Sadrazam; “Hayır, hayır, çekinmeden konuş, düşündüklerini korkmadan öldüğü gibi söyle” buyurdular.


Bunun üzerine Kral; “Sofraya bir tabak pilav konsa, yemeğe önce ortasından mı başlanır, yoksa kenarından mı?” diye sordu.


Sadrazam, “Tabii kenarından” diye karşılık verdi.


O zaman Kıral çekinmeden konuşmaya başladı. Söylediklerinin özeti aşağı yukarı şöyleydi:


“Askerlerinize, savaş gereçlerinize ve cephanenize diyecek yok. Bütün gâvur Kralları birleşse, bu kadar insanı toplayamaz ve hiç bir şekilde sizinle başa çıkamaz. Ancak, Viyana olağanüstü güçte bir kaledir. Buraya gelir gelmez hiç oyalanmadan hemen hücumla, ya da aman dileterek kaleyi alabilseydiniz, çok güzel bir iş olurdu. Ama kuşatma böyle ne kadar uzarsa, fetih de o kadar güçleşecektir. Böyle bir insan ve hayvan kitlesinin sürekli olarak burada tutulması, insana ipin ucunu kaçırtır.


Bunca insan yer ve içer, hele eline ganimet geçirenler ise, ortadan kaybolur. O zaman sıkıntı ve kıtlığa uğrarsınız. Üstelik bu ülkede kış çok erken bastırır. Bu yüzden de sonunda güçlüklerle karşılaşırsınız. Ayrıca Kayzerin, Hristiyan Kıratlara acele yardım isteyen mektuplar yolladığı haberini almış bulunuyorum. Kralların her biri kendi gücünün elverdiği ölçüde askerle derhal gelmeğe söz vermiştir. Bence yapılacak en doğru hareket, bütün gayretinizi Yanık Kalesi’nin alınmasına yöneltmek, atlı birliklere ülkeyi yakıp yıkma görevi vermek, sonra da kışı sınır boyunda geçirmektir.


O zaman, hiç şüpheniz olmasın, Kayzer boynuna bir mendil bağlayıp aman dilemeğe gelecektir. Ancak siz Yanık Kalesi’ne önem vermek konusu üzerinde durmadığınız için, ordunuzun akıncı birlikleri Akdeniz kıyılarına, Venedik körfezine ve Altın Elma’nın sınırına kadar gidip her yanı soyup soğana çevirdi. Tuna’nın beri yakasında bir kimsenin elinde taş bile koymadı. Oysa yapılması zorunlu olan hareket bizzat sizin, bu yenilmez ordunun asıl parçasıyla Viyana önünde durmayıp kalenin yanından geçerek yürüyüşe devam etmenizdi. Viyana’nın iki menzil yukarısında bulunan, taştan yapılmış İskender Köprüsünden (9) Tuna’nın öte yakasına geçer, sonra sağa dönüp elinizi kolunuzu sallayarak Almanların ülkesini, aynı şekilde Uyvar’a kadar bütün Slovakya’yı çiğner, oradan da Peşte Kalesi’nin karşısında Budun’a gelirdiniz. Rahatça Budun ovasına geçip orda ordugâh kurardınız. Bu durumda Tuna’nın her iki yakasıyla Almanların ülkesi baştanbaşa sıkıştırılmış olurdu. Gelecek yıl da gerek Yanık, gerekse Viyana kaleleri aman dileyerek avucunuza düşerdi.”


Kral böyle konuştu. Ama Sadrazam onu dinlemedi. Kral bu konuşmasıyla orduya korku salacaktır düşüncesine kapılıp öfkelendi. “Sen Almanlardan korkuyorsun” diye bağırdı. “O halde yürü, Yanık’a dön ve orda keyfine bak!” Bu şekilde kendisine çekip gitmesini emretmiş oldu. Kral da elini öpüp çadırı terk etti. Tıpkı geldiğinde olduğu gibi, askerin ileri gelenleri önüne düştü. Ordugâhın dışında kendisi için özel olarak kurulmuş bulunan çadırına gitti.