On sekizinci yüzyıla gelindiğinde Batıklar, zayıflayan Osmanlı İmparatorluğundan istedikleri ayrıcalıkları tek tek elde ederlerken koca imparatorluğa baş eğmek düşmüştü. Frenkçe “baş eğmek” anlamına gelen “caputile” sözcüğünden ortaya çıkan kapitülasyonlar dilimize böyle-ce girmiş oldu. Kapitülasyonlar tanınan ticari veya siyasi ayrıcalıklardan ibaret değildi. Batılı devletler kendi mahkemelerini de kurma ve kendi vatandaşlarını bu mahkemelerde yargılama hakkını elde etmişlerdi. Meydanın solundaki küçük bina bir dönem Fransa’nın mahkeme olarak kullandığı Palais de Justice. Biraz dikkatli bakıldığında binadaki ilginçlik, daha doğrusu bir hata dikkatimizi çekiyor.
Binanın üst kısmında sırasıyla “kraliyet”, “adalet” ve “güç” anlamına gelen “Loi”, “Justice”, “Force” sözcüklerinden “Loi” ile “Justice” 1831 yangınının ardından yapılan restorasyon esnasında dikkatsizlik sonucu yanlış simgelerle eşleştirilmiş.
Fransız mahkemesinin yanındaysa bir dönem elçilik binası olan, bugünse konsolosluk rezidansı ve Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nü barındıran Palais de France’ı (Fransız Sarayı) görüyoruz. Saraydan önce bu geniş arazide Osmanlı astronomu Takiyeddin’in rasathanesi bulunuyordu. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlılar Fransızlarla oldukça iyi ilişkiler kurmuş ve Fransızlara elçilik açma izni vermişlerdi. İşte Kanuni’nin Fransızlara hediye ettiği bu geniş araziye 1581’de Fransız Sarayı yapıldı. Fransızlar yurtdışında ilk elçiliklerini Osmanlı topraklarında açmışlardı.
Fransız Elçiliği, Venedik balyosu ve Ceneviz podestasını saymazsak aynı zamanda Osmanlı topraklarındaki ilk elçilik binasıydı. İlk Fransız elçisi Jean de la Forest’di. Ancak, Fransız Sarayı 1831 yangınında tamamen yandı. Yangının ardından 1839’da Parisli mimar Pierre Leonard Laurecisque tarafından yeniden inşa edilen bugünkü sarayın giriş kapısı Polonya Sokağı’na alındı. Dönemin birçok binasında olduğu gibi Fransız Sarayı’nda da Malta taşı kullanılmıştı. Çünkü bu malzeme hafifti ve üstelik en önemlisi yangına dayanıklıydı. Günümüzde de içi oldukça iyi korunmuş bina, Fransızların gösterişini ve inceliğini ispat eder. Sarayın yapıldığı dönemin Fransız Kralı Louis Philippe’in adının baş harfleri olan “L” ve “P” inisyalleri binanın bahçeye bakan cephesindeki alınlığında görünüyor. Sarayın duvarlarını goblen tablolar, gravürler, fermanlar, kral ve sultan portreleri, salonlannıysa Aubusser halıları, Sevres vazoları, mermer sütun ve heykelcikler süslüyor.
Fransız sefaretinin Beyoğlu’na yerleşmesinden sonra sırasıyla bütün devletler elçüiklerini bu bölgeye taşıdılar. Yüzyıllar boyunca Beyoğlu, diplomasinin kalbi oldu. Osmanlı’mn sona ermesi ve Cumhuriyet’in ilanıyla yeni başkent olarak Ankara seçildi. Devletler bu güzel bölgeyi bırakıp 1920’lerin Türkiye’sinde bir köy görünümünde olan yeni başkente gitme konusunda çok isteksizdiler. Bu nedenle, bazı Batılı devletler uzun yıllar elçilik binalarını bu bölgede bulundurmaya devam ettiler, ancak daha sonra Beyoğlu’ndaki tüm elçilikler konsolosluğa dönüştü.
Fransız ve İtalyan esintileriyle dolu bu hoş alanı yavaş yavaş geride bırakarak, köşedeki harabe binanın yanındaki sokağa sapıyoruz. Sokağın sonundan sağa dirsek yapar yapmaz sol taraftaki duvarın üzerinde Gül Baha’nın türbesini görüyoruz. Gül Baha’dan ileride bahsedeceğiz. Türbesinden devam ettiğimizde Yeni Çarşı Caddesi’ne çıkıyoruz. Bu caddenin iki tarafı da geçen yüzyıl başından kalma, kısmen korunmuş evlerle dolu. Bu evler, genellikle Pera’da çalışan, orta sınıf Levanten, gayrimüslim ve Musevilere aitti. Cadde ileride, Boğazkesen Caddesi adını alıyor. Boğazkesen Caddesi’nden aşağıya doğru indiğimizde de, adından da anlaşıldığı gibi boğaz kıyısına, Tophane’ye ulaşabiliriz. Ancak dik yokuştan yukarıya doğru çıkıyoruz ve Nuru-ziya Sokağı’nın girişine ulaşıyoruz. Nuruziya’ya sapmaz da karşıdaki araya girersek Fransız Sokağı’na gidebiliriz. Fransız Sokağı’ndaki Neo-klasik binaların tümü hayatının yirmi yılını İstanbul’da geçirerek Karaköy ve Eminönü Rıhtımları’nı da inşa eden Fransız Marius Michel tarafından yapıldı. Çoğunluğu Sakızlı Rumlar olan sokağın sakinleri arasında; yedi kuşak saray mimarı olan Balyan Ailesi’nin Dolma-bahçe Sarayı’nın kartonpiyerlerini yapmaları için İtalya’dan getirttiği Genevesi Ailesi, Fransız portre ressamı ve ağaç oyma süsleme sanatçısı Albert Mille, ressam Matteo da vardı.
Önce, Cezayir olan sokağın adı adeta hakaret edercesine Fransız Sokağı olarak değiştirildi. Sonra da Beyoğlu’nun kimliğine son derece aykırı, gayet yapay bir sözüm ona kültür-sanat-eğlence ortamı yaratıldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder